PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
 PSK
PSK Bulten
 KOMKAR
 Roja Nû
 Weşan/Yayın
 Arşiv
 Link
Pirs û Bersîv
Soru / Cevap
Webmaster
1
 
 
 

SÖMÜRGE KÜRDİSTAN’DA TARİHİ YENİDEN HATIRLAMAK  

19. yüzyıldan 21. yüzyıla devredilen Kürt Meselesi

Ali Haydar Koç-Araştırmacı yazar

Kürt ulusu ve Kürdistan’nın 19. yüzyılın başından günümüze kadar süresiz bir şekilde devam eden savaşların, seferlerin, kargaşaların, katliamların ve iki yüzyıldır süresiz bir şekilde Ortadoğu’da huzursuz bir ulus ve coğrafya olmalarının temel nedenlerinden biri ve en önemlisi Kürtlerin üzerinde yaşadıkları coğrafyada kendi siyasi iradelerine dayalı,

milli bir devlet kuramamalarından ve milli iradeleriyle birlikte coğrafyalarını işgal edip sömürgeleştiren ülkelerle yaşadıkları çatışmalı durumdan kurtulamamalarından ileri gelmektedir.

Osmanlı devletinin 16. yüzyıldan beri yarı bağımsız bir şekilde kendi bölgelerinde hüküm süren ve Osmanlı Padişahını da kabul eden Kürt Emirlikleri ve beylikleri bu siyasi nüfuzlarını 19. yüzyılın başına kadar sürdürdüler. Yerel Kürt hükümetleri kendilerini Osmanlı İmparatorluğu’nun ortağı olarak görüyordular. Ancak Sultan II. Mahmut tarafından 1826 yıllarından sonra yerel hükümetlere tanınan siyasi hakların ortadan kaldırılmak istenmesiyle, yani yerel Kürt hükümetlerinin merkezi hükümete (Osmanlı merkez yönetimi) bağlanmasıyla ilgili alınan kararlar ve yayınlanan padişah fermanları, Kürt toplumunun sahip olduğu yerel hakların  ortadan kaldırılması ile birlikte  Kürdistan, 19. yüzyılın başından itibaren ilk defa günümüze kadar sürecek olan felaketlerin,  katliamların, huzursuzluğun, hakaretin, yoketmenin ve mecburi iskanların  yaşandığı bölge oluyordu. Kürdistan’da içinde bulunduğumuz 21. yüzyılın başına dek süren savaşlara dayalı iç ve dış siyasi huzursuzluğun kökeni 19. yüzyılın ilk başlarına kadar uzanmaktadır.

Kürt sorunu 19. yüzyılın ilk başlarında, Sultan II. Mahmut döneminde (1808-1839), Kürt Emirleriyle Osmanlı devleti arasında daha önce 1514 yılında yapılan antlaşmanın Osmanlı Hanedanı tarafından tek taraflı olarak bozulmasıyla ve Kürdistan’da yarı bağımsız bir şekilde hükümetler kurarak yaşayan Kürt emirliklerinin 19. yüzyılın başından itibaren osmanlı merkezi yönetmine bağlanması kararı, doğuda yüzyıllarca sürecek olan Kürt meselesini doğurdu. Kürdistan’da Osmanlı devletinin merkezi yönetimine karşı ortaya çıkan siyasi talepler ve tepkiler zamanla hem siyasi ve hem de askeri olarak boyutlanarak, daha sonra gelişecek olan  Kürt milli düşüncesinin oluşmasının temeli de bu siyasi zemine dayanmaktadır. 1826‘lardan itibaren açık bir şekilde başlayan Kürt meselesi 20. yüzyılın başında daha farklı boyutlar kazanarak, M.Kemal Atatürk’ün Osmanlı İttihat ve Terraki komitesinin kadrolarının gücünü arkasına alarak ve onların siyasal, düşünsel ve askeri desteğiyle kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük katliamlarına uğramış ve bu durum değişmeyerek günümüze kadar daha da boyutlanarak sorun halinde devam etmektedir. 

19. asrın en önemli Kürt İsyanı, Şeyh Ubeydullah İsyanıdır. 1880 yılından sonra isyan eden Şeyh Ubeydullah ilk defa Kürdistan’ın bağımsız olma taleplerini dile getirmiş, Fars ve Osmanlı devletlerine karşı aynı anda savaş açmış ve bu iki devlete karşı Kürt ulusal devletini kurma düşüncesini savunarak savaşmıştır. Diğer taraftan Şeyh Ubeydullah Kürtleri birleştirmek içinde büyük çabalar sarfederek, bu amaçla bir çok Kürt aşiret reisi ve ileri geleni ile geniş katılımlı bir toplantı yaparak ilk defa „Kürt ligasını“ ilan etmiştir. İlk defa bir Kürt hareketi milliyetçilik anlamında dışilişkileri geliştirmeye çalışarak, Kürdistan’ın bağımsızlığı diplomasi yolu ile de uluslararası kamuoyu ve devletlere  tanıtılmaya çalışılmıştır. 19. yy’da bağımsız Kürt devleti düşüncesi bu isyan ile dile getirilmiştir. Dış boyutu ile Şeyh Ubeydullah İsyanı aynı zamanda ilk defa Kürdistan’ın ortak sömürge edilmesinin temelini de oluşturuyor. Çünkü isyan İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa, Osmanlı İmparatorluğu ve Fars devletinin ortak birliği ile bastırılıyor ve uluslararası sömürge Kürdistan’ın temelleri de bu devletlerin kendi aralarında yaptıkları antlaşmalarla atılmış oluyordu.

20. yüzyıla girildiğinde Kürt aristokrat, bürokrat, subay, asker ve öğrencileri tarafından ‚Kürt meselesi‘ daha çok yazılı basında işlenerek dile getirilerek ve aynı zamanda bu dönemde kurulan çeşitli Kürt cemiyetleride meseleyi siyasal zemine taşımayı amaçlıyordu. Kürt cemiyetleri ve bunlara bağlı Kürt yazılı basını amaçlarına ulaşmadan çok erken bir dönemde I. Dünya Savaşı’yla kesintiye uğradı.

‚Kürt meselesi‘ 20. yüzyıla soykırımla giriş yaptı. 20 yüzyılın ilk çeğreğinde başlayan I,Dünya Savaşı Osmanlı Devleti’nin, doğu sınırlarında yaşayan iki ulusun, yani Ermenilerin ve Kürtlerin katliamına yol açmıştı. Kürdistan ve Ermenistan’da 1915-17 arasındaki büyük katliamları İttihat ve Terraki Komitesinin üyeleri Almanya’dan da destek alarak gerçekleştirdi. Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Dr. Çerkez Mehmet Reşit, Dr. Nazım, Dr.Bahaeddin Şakir, Dr.Tevfik Rüştü gibi kadrolar Kürt ve Ermeni soykırımlarını organize ettiler. Yaklaşık 1.5 milyon Ermeni yerinden ve yurdundan edilerek katliama uğradı. 1916 yılında İTT komitesi binlerce kürdü tutuklayarak, Sivas, Urfa, Diyarbakır ve Adıyaman bölgesinde olusturduğu kamplara toplamıştı ve bu kamplarda toplanan kürdlerin yemek ve içeceklerine ölümcül ve bulaşıcı hastalıkların oluşması için zehirli maddeler katarak katletmiş ve cesetelerinide daha sonra yakmışlardı. Aynı zamanda kış aylarında Erzurum ve Bitlis’ten 300 bin Kürdün sürgüne tabi tutulduğu ve bunların bir kısmının Irak’a ve bir kısmının ise Urfa üzerinden Konya’ya mecburi iskana tabi tutulara ve bunların yarısından fazlası yerlerine ulaşmadan öldürülmüştü/ölmüştü.

Aynı zamanda, yüzbinlerce Kürt Kürdistan‘dan zorla göçettirilerek batı Anadolu, Ege sahilleri, iç Anadolu ve Akdeniz bölgelerine zorunlu göçe tabi tutulmuştu. Sürgün edilen Kürtlerin sayısı yaklaşık olarak 700 bin cıvarındadır. Bunların yarısından fazlası açlık, soğuk, hastalık, barınaksızlık, yiyeceksizlik ve giyeceksizlikten öldü.

1916 yılında İngiltere ve Fransa Kürt topraklarını Syket Picot gizli antlaşması ile paylaştılar. Bu antlaşmaya daha sonra Rusya’da katıldı. İtalya sadece desteklediğini açıkladı. Fakat 1917 yılında ekim devrimi ile bütün bu hesaplar altüst oldu ve antlaşma Ruslar tarafından tanınmayarak uluslararası kamuoyuna açıklandı. Böylece Kürdistan üzerine yapılan gizli hesaplar açığa çıkıyordu. Bu antlaşmalarla, Kürt meselesinin çözümünden çok, mesele daha çok çözümsüzlüğe doğru itilerek, Kürdistan ve Kürt ulusu tarihin öznesi değil, malzemesi olarak ele alınıyordu. Bundan da anlaşılıyor ki, Paris Konferansı ve Sevr Antlaşması’nda Kürt meselesinin öznel olarak değil, bir araç olarak ele alındığı ortaya çıkıyor.

Türkiye Cumhuriyeti, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, Lozan Antlaşması masasına otururken, daha önce yaptıkları  Paris Konferansı (1919) ve Sevr Antlaşmasını (1920) yok sayarak giriş yapmışlardı. Yani Kürdistan konusunda fiili paylaşımda anlaşarak 1923‘e gelmişlerdi. Fransız ve İtalyan’lar Misak-i Milliyi 1921‘de ve İngilizler ise Mart 1922‘de kabul etmişlerdi. Sovyetler Birliği ise, 1919‘dan itibaren Türk Milliyetçilerini hem maddi ve hem de manevi olarak desteklemiştir. 20 Eylül 1919 yılından itibaren M.Kemal ve Kazım Karabekir Amerikan, İngiliz, Rus ve Fransız temsilcileriyle çesitli diplomatik görüşmeler yaparak  verecekleri  mücadelede bu ülkelerden destek sözleri alıyordular.

Mustafa Kemal ve İttihatci kadrolar dışarıdan İngiliz, Fransız ve Rusya’nın desteğini alarak 1923‘de yapılan Lozan Antlaşması’na gelmişlerdi. Kürtler  ise bu süreçte çift taraflı oyalandılar, bir yandan dışarıdaki siyasi manevraya dayanan diplomatik (22 Mart 1919 Paris Konferansi, Sevr Antlasması 1920) müdahaleler ve diğer taraftan M.Kemal ve İttihatçılar Kürtlere karşı Müslüman unsurunu kullanarak (7 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi, 8 Eylül 1919 Sivas Kongresi, 22 Ekim 1919 Amasya Görüşmesi, Misak-ı Milli (milli and) Beyannamesi 17 Şubat 1920) verdikleri oyalayıcı sözler. Lozan Antlaşması’nın sürdüğü dönemde M.Kemal en büyük desteği Kürtlerden alarak, Kürdistan’ın en büyük parçasına sahip olmuş ve Türkiye’nin sömürgesi yapmıştır. Paris Konferansı ve Sevr Antlaşması’nın Kürtleri oyalamak için yapıldıklarını Lozan Antlaşması’nda Kürtlerin aleyhinde alınan kararlardan öğreniyoruz. 1918-23 yılları arasında İngiltere, Fransa ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtleri nasıl ve hangi diplomatik yollarla oyaladıklarının sonucuna varıyoruz. Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’nın yerine geçirilerek, Kürdistan’ı aralarında paylaşarak bölüşmüşlerdi. Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşunu meşrulaştırırken, Kürt ulusunun bütün haklarını yok saymıştır. Lozan Antlaşması’nın yapıldığı sıralarda Ankara Meclisinde bulunan ve bulunmayan çoğu Kürt ileri geleni Lozan’a telgraflar çekerek Türklerden ayrılmak istemiyoruz diyerek, Kürt ve Kürdistan haklarını savunmayarak, Kürt ulusunun inkarı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyetini, Türk demokrasisi adı altında meşrulaştırmışlardı. Ankara Meclisinde esir bulunan Kürt Mebusları Lozan’a telgraflar çekerek, Türklerden ayrılmıyoruz, beraber yaşamak istiyoruz demiştir. Tabi ki, aynı durumu başka bir çok Kürt ilerigeleni ve aşiret reisleride yapmıştır.

Yine Lozan’da Kürtlerden yana bir sorun çıkmasın diye  Türk delegasyonunda iki tanede Kürt Mebusu beraber götürülmüştü. Prinçzade Fevzi Bey ve Zülfüzade Zülfü. Bu Kürt ismi geçen Kürt mebusları Lozan Konferansı’nın azınlıklar bölümüne alınarak „biz Türklerden ayrılmak istemiyoruz“ deyip konferans salonunu terketmişlerdi. Lozan Antlaşması’nın sonucunda hiçbir şekilde Kürt ve Kürdistan kavramlarına  yer verilmemişti. Lozan Antlaşması’na katılan bütün ülkelerin temsilcileri çıkarları gereği Kürt meselesinden uzak durmayI tercih etmiştiler.

1923‘ten sonra Kürdistan’ı aralarında paylaşan İngiltere, Fransa, Fars devleti ve Türkiye artık Kürt olgusunu ve Kürt meselesini unutmaya ve unutturmaya başladılar. Sahip oldukları Kürt bölgelerinin sınırlarını aralarında yaptıkları ek antlaşmalarla sağamlaştırarak kendi topraklarına katarak sömürgeleştirmişlerdi ve güvenliği sağlama adı altında Kürdistan’da ulusal yok etme politikasını çok sert önlemlerle uygulamışlardı. Kürt ailelerin çoğu bu yapay sınırladan dolayı bölünmüş ve parçalanmışlardı. Birbirini ziyaret etmek çoğu zaman ölümle sonuçlanıyordu.

Binlerce kürdün bu şekilde katledildiği, sakat kaldığı ve sınır ihlalinden dolayı cezalara tabi tutulduklarını Kürt tarihinin acı ile dolu önemlı bir sayfası olarak  kabul etmemiz gerekiyor.

M.Kemal ve İttıhatçı kadrolar Lozan Antlaşması’ndan sonra kendi öz ırkçı kimlikleriyle, kendilerini göstermeye başladılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen hemen bütün üst kadroları 1915-1917 yılları arasında Ermeni ve Kürt katliamlarını gerçekleştirenlerden oluşuyordu. İlk yaptıkları iş Kürt ulusunu inkar etmek ve yok saymaktı. Artık Kürtler diye bir ulusun olmadığını, tarihte böyle bir halkın yaşamadığı, bu isimle bilinen halkın Türk olduğu, Türk oldukları içinde mutlu oldukları, her Türkün mutlu yaşamaya hakkı olduğu, Kürtçe diye bilinen dilin bulunmadığı, bu dilin Türkçe’nin bir şivesi olduğunu açıklıyordular. Artık her Kürt zorlada olsa, “dağ Türkü” olmak zorunda idi. O dönemde Erzurum’da yayınlanan Varlık Dergisi Eylül 1923‘de şunları yazıyordu: Türkiye içinde yaşayan herkes görüş farkı gözetilmeksizin Türktür... tarihin verilerine rağmen, bizim Türk kardeşlerimize Kürt diyen şahıslar da vardir. ...1924 yıllında ilk Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Türk milliyetçiliğinin esasları temel alınarak TBMM’de kabul edilmişti ...Türk’ün dışında kimse parlamentoya giremez, temsil hakkı bulamaz. Dönemin, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt; meclis kürsüsünde şunlari söylüyordu: „ bu Türk ülkesinde Türk olmayanların bir tek hakları var, Türk milletine köle olma hakkı, asil Türk milletine uşaklık etme hakkı“.. M.Kemal kendi düşüncelerini meclis kürsüsünde dillendiren müritlerinin konuşmalarını alkışlarla karşılıyordu. Yine Rüstü bey şunları söylüyordu.“ modern Türkiyenin yüzbinlerce ölü üzerine kurulduğunu, Rumlardan, Ermenilerden kurtulduğunu ve buna göre acımasız zorunda olacağını, Kürtlerin gerici olduklarını ve varlık kavgasında  Türklere karşı yok olacaklarını söylüyordu“. Bu söylem Kemalistlerin ve kurdukları Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürdistan’a yapacakları soykırım seferlerinin yakında olacağının işareti idi. Lozan Antlaşması sırasında Türkiye’nin Kürtlerden ve Türklerden oluştuğunu sık sık dile getiren ve Lozan Antlaşması’ndan sonra dil değiştiren, Arnavut Rıza Nur’a göre „vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak lazım ve en acil en hayati görevdir.“ Rıza Nur, 1912 yıllarında Arnavut ulusal hareketi içinde bulunmuş ve daha sonra ihanetle suçlanmış, İTT Komitesine girmiş burada da tutunamamış ve daha sonra çareyi Türkçülüğü savunmada bulmuş, ama burada da  işi bittikten sonra, 1924 yıllında daha önce yaptıkları ona M.Kemal tarafından hatırlatılmış ve her an ihanet yapabileceği düşüncesi ile Kemalist rejim tarafından kovulmuş ve korkudan yurtdışına kaçmıştır. Artık Ermeni ve Rum soykırımlarını geride bırakan Türkçüler, sıranın Kürtlere geldiğini ve Ermeni-Rum soykırımından dersler çıkartılarak, Kürdistan seferini uzun bir zamana yayacak şekilde planlıyordular.

1925‘ten itibaren Kürdistan’ın her tarafında Türkiye Cumhuriyetinin katliamları, zulümleri, soykırımları, bitmeyen tehcir ve sikiyönetimi vardı. Kürt kültürüne 1923‘den itibaren büyük baskı ve yok etme politikası uygulandı. Kürt meselesinin ilk çıktığı 19. yüzyıl’da başlayan „Kürdistan Seferleri“ olarak adlandırılan askeri seferler 1830 yıllarında başladı. Ancak yüz sene sonra 1938 Dersim seferi ile yapılan bir  soykırımla sona erdiriliyordu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlayan „Kürdistan Seferleri“ Türkiye Cumhuriyeti’nin ırkçı rejimi tarafından devralınarak yüzyıl sonra 1938 Dersim Katliamıyla kanlı bir şekilde yüzyıllık seferlere son verilerek, Kürdistan’da soykırımla sonuçlandırılıyordu. 

Türkiye Cumhuriyeti rejiminin 1925-38 yılları arasında Kürdistan’da gerçekleştirdiği seferlerde daha önce gerçekleştirdikleri Ermeni ve Rum Soykırımından büyük dersler çıkarılarak Kürt ulusuna planlı ve programlı yönelmiştir. Çünkü Ermeni ve Rum katliamları kısa süre içinde yapıldıkları  için hemen uluslararası kamuoyundan tepki almışlar ve uluslararası diplomatik ilişkilerde zorluklara yolaçmıştı. Ama Kürtlere karşı yapacakları soykırımı uzun bir zamana yayarak yapılması yollunu seçmişlerdi. Ayrıca Kürtler toplu bir şekilde güçlenmesin ve birleşmesin diye Kürt isyanlarını ve milli gruplarını birbirlerinden lokalize ederek istediklerini rahat gerçekleştirme olanağı yakalmışlardı.

1925-38 yılları  arasında Kürdistan’da yaklaşık 800 bin ile bir milyon insanın katledildiği ve bir  miliyon cıvarındaki kürd’ün  ülkesinden  sürgün edildiğini değişik  kaynaklardan öğreniyoruz. Kürt halkının mallarına zorla el konularak talan edilmiş ve Kürt toplumuna hesapsız maddi zararlar verilmiştir.  Kürdistan’da halkın değer verdiği manevi yerler yıkılarak yokedilmiştir.

Ayrıca kuzey Kürdistan’nın hemen hemen her yerinde binlerce Kürt toplu mezarlara gömülüyordu. 1925-38 yılları arasında asılan ve öldürülen Kürt siyasi ve askeri liderlerinin cesetleri ve mezarları konusunda hiç bir bilgi verilmemektedir. Bununla Türkiye Cumhuriyeti Kürdistan’da gerçekleştirdiği soykırımı gizlemekte ve soykırım delillerini yoketmeyi amaclamaktadır. Bu durum günümüzde de daha da devam etmektedir. 1925-1938 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Kürdistan’da 1915-1917 yılları arasındaki Ermeni ve Kürt kaliamını gerçekleştiren katil kadrolarla Planlı, Programlı ve sistematik bir şekilde soykırım gerçekleştirmiştir.

1938 yılından sonra Kürtlerin kültürel ve manevi değerlerini yok etmek için büyük çabalar sarfedilmiş, Türkleştirme adı altında zorla asimilasyona tabi tutulmuş ve Kürdistan’a bu tarihlerden itibaren askeri seferlerin yanında Kültür ve Edebiyat seferlerinide  yapmaya başlamıştır. Edebiyat, kültür ve egitim adı altında yapılan seferler hala devam etmektedir. Bu seferlerin yanında Türkiye Cumhuriyeti sömürge Kürdistan’da hiç bir zaman askeri ve güvenlik önlemlerinden vazgeçmemiştir. 

1960‘tan sonra Kürt meselesinin yeniden büyük aşama kaydettiğini gören Türkiye cumhuriyeti 1980 yılında askeri darbe yaparak Kürt hareketlerini bastırmayı ve yok etmeyi hedefledi. 1980 yılında binlerce Kürt işkenceden geçirildi, binlerce Kürt öldürüldü, sakat kaldı, Kürt kültürüne büyük saldırılar oldu, askeri önlemlerin yanında, Kürdistan’da 1920‘lerde olduğu gibi İslam unsurunu kullanarak Kürtlerin, Kürt meselesinden uzaklaşmasını sağlama çalışmalarınada hız verildi. Hemen hemen bütün Kuzey Kürdistan’da dini okullar, kuran kursları, camiler ve imam hatip okullarına ağırlık verildi ve bununla da yetinilmeyerek, uçaklarla Kürt köyleri üzerinde kuran ayetlerinin yazılı olduğu bildiriler dağıtıldı. Kürtleri yok etmek için İslam unsuruna yeniden ihtiyaç duyan Türkiye Cumhuriyeti rejimi, irtica ve gericilikle suçladığı Kürtleri, bu sefer yok etmek için çıkarı gereği tekrar irtica ve gericilige davet ediyordu. Kürt gençleri Kafir ve İslam düşmanı olarak tanıtılıyordu. Ayrıca Kürdistan’a Edebiyat ve kültür seferleri düzenleyerek Türkçü propagandayı yaygınlaştırmaya çalışıyordular. Edebiyat seferlerinin içinde bir çok sol maskeli ırkçı Türk aydını ile birlıkte Aziz Nesin gibi isimleri de görmekteyiz. Ayrıca 1924‘den beri pek ihtiyac duymadıkları 1924 anayasasını ve uygulamalarını 1980 yılında yeniden canlandırdılar.Yüzbinlerce Kürt cezaevine alındı, işkenceden geçirildi, çoğu işkenceler sonucu öldürüldü. Kürdistan yeniden M.Kemal’in dönemindeki gibi uygulamalarla baskı ve zulüm altına alınmıştı.

Kürtlerin tepkileri 1980 yıllarının ortalarında yeniden yükseldi. 1980–2000 yıllarına kadar Kürdistan yeniden kan gölüne dönmüştü ve soykırım teşebüsleri, tehcir, yoketme, işkenceden geçirme sokak ortalarında Kürt aydin ve gazetecilerini gizlice katletme vs. Bu uygulamalar 1908 ve 1923  dönemlerinin  birer devam ettiricisi idi. 1980-2000 yılları arasında 4 milyon civarında Kürt göçe zorlanmış, yaklasık 40 bin Kürt öldürülmüş ve binlercesi sakat bırakılmıştır.

Bu dönemde Kürt meselesi dış dünyaya siyasi olarak tam tanıtılmadığı gibi, bir bütün olarakta  Kürtlere ve Kürdistan’a verilen zararların da Kürtler tarafından pek doğru anlaşılmadığı görülüyor.

1989 yılından beri çoğu Kürt Türkiye’nin kendisine veya köyüne verdiği zarardan dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel basvuruda bulunarak, yine bireysel olarak Türkiye güvenlik güçleri tarafından gördükleri kötü muamelenin ve zararlarının tanzim ve Türkiye’nin mahkum edilmesini istemiştir. Türkiye bu başvurların çoğunda parasal cezalara mahkum edilmiş ve zarar görenlere para ödemek zorunda kalmıştır.

Kürt meselesinden yana olmayan ve sorunu farklı yöne çeken bu siyasi durum, Türkiye ve Avrupa Birliği üyelerinin ortak hareket ettikleri görülmektedir. Kürt meselesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru yapılarak, bu yolla çözülemez ve Kürtler bunu yapmakla sorunu soy, sömürge, işgal ve bir bütün olarak Kürtlere yönelik yapılan bilinçli, planlı ve programlı inkar, yoksayma ve ulusal baskı kavramlarının dışına çikararak „Kürt Meselesini“ bireyselleştirmeye çalışmaktadırlar.

Kürt meselesi iç ve dış boyutu ile ele alındığında, uluslararası hukuk normlarına göre soy kavramına  bağlı ulusal, siyasal ve bir başka ülkeyi ilhak etme çerçevesine gireceğinden, Kürtler bu anlamı ile uluslararası hak arama mahkemelerine toplu ulusal başvuru yaparak dile getirebilirler.

Kürtler sadece AB’ye girmeye çalışan Türkiye ile ilgili politikarının dışında düşünmek zorundadırlar. Avrupa Birliği ve Türkiye’nin Kürt meselesi konusunda bilinen   siyasi tavırları Kürt meselesini daha çok karmaşık hale getirmektedir. Kürt siyasi temsilcileri öncelikle Kürt birliği üzerinde ulusal ve siyasal fikirleri geliştirdikleri sürece, Kürt devletine daha çok yakınlaşmış olacaklardır. Güney Kürdistan’daki durum zaman farkını belirtmekle birlikte 1920‘lerdeki siyasal boşluklardan doğan fırsatlara çok benzemektedir. Eğer Kürtler 1920‘lerdeki siyasal olayları iyi hatırlarlarsa, bu günkü Güney Kürdistan’ı iyi değerlendirebilme olanaklarını yakalayabilirler. Kürtlerin, Türkiye, İran, Suriye ve Irak demokrasisinden çok, kendi aralarında oluşturabilecekleri ulusal birliğe daha çok ihtiyaçlarının olduğu düşüncesi daha gerçekçidir. Türk, Irak, İran ve Suriye demokrasileri Kürdistan’ın parçalanmış sömürge statüsünü hiç bir zaman değiştirmez.

Lozan Antlaşması’nda olduğu gibi, Avrupa Birliği sürecinde de Kürt meselesi konusunda ortaya çıkan bütün yazılı dökümanlara baktığımızda, öznel olarak değil, bir araç olarak ele alındığının sonucuna varıyoruz.

Kürt temsilcilerinin sürekli 20.yy’ın başındaki bazı antlaşma, kongre ve sözleşmelere dayanarak, Kürt meselesinin çözümünde Kürt ve Türk kardeşliği anlamında hak iddia etmeleri, kendilerinin Kürt sorunun dış boyutlarında çözümsüz olduklarına işaret ediyor, bu durum meseleyi daha çok çözümsüzlüğe doğru götürmekte ve sömürgeci devletlerin baskıcı ve inkarcı politikalarına yakın duran bir düşünce olarakta durmaktadır. Yani Erzurum, Sivas Kongreleri, Amasya Tamimi (Beyannamesi) ve Misak-i Milli gibi siyasal çalışmaların sonuçlarını 1923‘ün sonları ile 1938‘ın başlarında yapılan Kürt soykırımlarından  almaktayız.

Yine uluslararası boyuttaki, antlaşmalarda da Kürt sorununu ilgilendiren; Berlin Antlasması (1878), Syket Picot (1916), Paris Konferansı (1919), Moskova-Ankara Anltaşmaları (1919-20), Sevres antlaşması (1920), Ankara antlasması (1921-Fransa) ve İngiltere ile yapılan gizli antlaşma ve görüşmelerin (1922) Kürt meselesini nasıl etkilediğinin sonuçlarınıda Lozan Antlaşması sürecinde almaktayız.

Bütün bu sonuçlardan; paylaşılarak bölünmüş ve inkar edilmiş bir ulus ve sömürge edilmiş bir Kürdistan’ı karşımızda görüyoruz.

AB ülkeleri 1925-38 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti rejiminin Kürdistan’da  yaptığı Soykırımı hiç bir şekilde dile getirmemekte ve kabul etmemektedir. Tabi ki, bu durumun böyle olmasında Kürt tarafının da  diplomatik çalışmalarındaki eksikliği ve sessizliğini eklemek gerekiyor.

AB ülkeleri Kürt sorununu  insan hakları çerçevesinde değgerlendirmekte veya bazende azınlık sorunu olarakta görüyorlar ve çok pasif bir şekilde bazen sorun ile ilgili açıklamalar yapmaktadırlar. Kürt sorunun ulusal sorun olduğunu ve Kürtlerin devlet kurma hakının olduğunu hiç bir şekilde dile getirmemektedirler ve bu tür kavramlardan özellikle bilinçli bir şekilde uzak durmaktadırlar. AB aday ülkelerle ilgili her yıl ilerleme raporları hazırlıyor ve azınlık sorunları da bu raporlara geçiyor. Avrupa birliğinin 2001 raporunda Türkiye ile ilgili bölümde Türkiyenin Lozan antlaşmasına göre üç azınlığın tanındığı yazılıyor: Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar. „Türkiye bunun dışında da  güney doğu anadoludaki Kürt azınlığını da tanimali“ biçimindedir. „yani AB,Güney-doğu Anadolu bölgesinde insan haklarının korunması alanında çabaların güçlendirilmesini istemektedir“. AB daha çok Türkiyenin Kıbrıs, Ege, Ermeni Sorunu, İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesinin evrensel bir nitelik kazanması ve Kürt meselesinide ismini doğru koymadan insan hakları çerçevesinin içine alarak Türk demokrasisi içinde çözülmesini istemektdedir. Avrupa birliği üyeleri Kürt meselesini  Türkiye de  çözülmesi gereken sorunların sıralamasında en son sıraya alarak işlemektedirler.

Kürtlerin  azınlık olmadıkları, Kürdistan’da kendi topraklarında yaşamakta ve Kürt nüfusu zorunlu bölünmüşlüğe rağmen azınlık olarak görülmesi çok yanlış ve bir ulusa yapılmış en büyük haksızlıktır. 20 milyon cıvarındaki Kürt nüfusu azınlık olarak kabul etmek mümkün değildir. Çoğunluk olmasına rağmen Türkiye de daha önce azınlık haklarına tabi tutulmuş olan halkların sahip oldukları haklara bile sahip değildir. Bu siyasi olgu AB ülkeleri tarafindan bilinmesine rağmen ele alınmamakta ve dile getirilmemektedir.

Şimdi birincisi Türkiye 1915-17 yılları arasında Ermeni ve Kürt soykırımını yapmış ve bu suçunu daha da kabul etmeyerek inkar etmektedir. 1923-1938 yılları arasında milyonun üzerinde kürdü katletmiş, göçertmiş ve Kürdistan’ı harabeye çevirmiş ve Kürt ulusunun bütün haklarını ve kimliğini inkar ederek Kürt kelimesini bile yasaklamış ve Kürtçe bütün cografik isimler Türkçeleştirilmiş, Kürt toplumunun manevi değerlerini tahrip etmiş ve hakaret etmiştir. 1938 1960 yıllarına kadar Kürt kültürünü büyük oranda asimile etmek için Türkçülüğe dayalı ırkçı çalışmalar yapmış, Kürt tarihi ve kültürel değerlerini yoketmeyi amaçlamıştır. 1923-2004 yılları arasında bir milyonun üzerinde kürdü katletmiş, Kürt şehirlerini küçülterek köye haline getirmiş,  binlerce Kürt köyünü haritadan silmiş ve 7-8 milyon arasında Kürt tehcir kanunlarıyla topraklarından zorla sürülerek sürgün edilmiştir.

Kürtler soykırıma uğrayan atalarının toplu mezarlarını açamamakta ve katledilen Kürt siyasi liderlerinin cesetlerinin yerlerini bilmemekte ve Şeyh Sait’ten  Seyit Rıza’ya kadar olan bütün liderlerin naaşlarını geri alamamaktadır. Bu tür taleplerin Türkiye Cumhuriyeti’nde cezai duruma tabi tutulduğunu bilmekle birlikte, Kürtlerin bu konulardaki siyasi eksikliğini ve tepkisizliğini de  eklemek gerekiyor.

Türkiye Lozan Antlaşması ile Kürdistan’ı 20.yy boyunca sömürge ederek ve bir yüzyil boyunca Avrupa ülkleriyle birlikte garanti altına aldı. Şimdi de AB’den Lozan Antlaşması gibi Kürdistan üzerinde pazarlıklar yaparak bir yüzyıl daha Kürt topraklarının kendi sömürgesi olarak kalmasını istemekte ve 21. yüzyılın sonuna kadar sürebilecek yeni antlaşmalarla garanti altına almayı amaçlamaktadır. Avrupa Birliği'nin Türkiye ile olan ilişkilerinde stratejik ve ekonomik çıkarların öne çıkması, Türkiye’nin bu düşüncesinin gerçekleştirmesine zemin sunuyor. Ayrıca Avrupa ülkleri (Çoğu Avrupa ülkesininde sicili pek temiz olmamakla birlikte) böylesi insanlık suçları işlemiş bir ülkeyi kendi aralarına almak isterler mi?  Bu soruya gelecek yakın tarih cevap verecektir.

20. yüzyıl tarihi olgularına baktığımızda; son zamanlarda Türkiye Avrupa Birliği’ne girsin ve biz Türkiye ile kardeşçe yaşamak istiyoruz, Türkiye’nin demokrasisine güveniyoruz  diyen Kürtlerle, 1923‘te TBMM’nin içinde yeralan ve almayan Kürtlerin M.Kemal Atatürk’ün direktifleriyle Lozan’a telgraf çekerek 1925-1938 Kürt soykırımına yolaçan Kürtlerden pek farkları yoktur.

19. yüzyılın ilk başlarında  ortaya çıkan „Kürt Meselesi“ 20.yy’da büyük soykırımlarla karşılaşmış ve 21. yüzyıla girişte hala karmaşık bir şekilde devam etmekte ve Kürdistan’daki işgal, sömürge durumu devam etmekte ve 19., 20. yüzyıllardan beri süregelen „Kürdistan seferleri“ de Kürdistan’ı sömürge eden ülkeler tarafından  alınan askeri ve siyasi önlemlerle devamlılığını 21. yüzyılda da korumaktadir.

Kürtler, Güney Kürdistan’daki tarihi fırsatı birbirlerini karşılıklı etkileyerek, destekleyerek ve birlikte uluslararası diplomatik çevrelere baskı yaparak kendi lehlerine çevirebilir, 204 yıldır devam eden Kürdistan seferlerine son verebilirler ve Türkiye, İran, Suriye ve Irak devletleri ile olan soyut demokratik birleşmelerden değil, kendi aralarındaki ulusal siyasal birlik ve demokratik dayanışmadan  Kürt devletinin temellerini atabilirler. 

 

  Dengê Kurdistan © 2004