PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
 PSK
PSK Bulten
 KOMKAR
 Roja Nû
 Weşan/Yayın
 Arşiv
 Link
Pirs û Bersîv
Soru / Cevap
Webmaster
1
 
 
 
KOMKAR-IKV’da “Anadilin toplumsal yapı içinde önemi” konulu seminer yapıldı

IKV-KOMKAR Wuppertel birimi, 12 Aralık 2004 tarihinde dernek binasında Songül Şahin ve Yılmaz Çamlıbel tarafından verilen  “Anadilin toplumsal yapı içindeki önemi” konulu seminere ilgi oldukça fazlaydı.

İlk defa bir seminer vermesine rağmen konsuna hakim olan Songül Şahin konuşmasında şu konulara değindi.

“Genel anlamda dil, resim, heykel ve pantomim hariç, insanların duygu, düşünce, istem ve beklentilerini birbirlerine aktardıkları bir iletişim aracıdır. Sinema, tiyatro, kitap, gazete, dergi, mektup, telefon, faks ve internet de birer iletişim aracıdır. Ama bunların hepsi görevlerini, yine dil aracılığıyla yerine getirirler. Bu bakımdan dil, insanlar arasındaki en güçlü ve yaygın iletişim aracıdır.

Dilin diğer iletişim araçlarından çok önemli bir farkı daha var. Dil, onu konuşan insanlar arasında güçlü bir iletişim ağı kurar. Onu konuşan milyonlarca insanı ruhsal, bedensel ve düşünsel alanda ortak bir formasyona sokar. Dil, onu konuşan insanları öylesine sarıp sarmalar ki, onları her şeye aynı gözle bakar, algılar, düşünür ve yorum yapar bir hale getirir. Onları aynı şeye gülen, aynı şeye üzülen ortak bir ruhsal yapıya kavuşturur. Kısacası dil, onu konuşan milyonlarca insanı sürü olmaktan çıkarıp ulus haline getirir.

Bu bakımdan, bir dili baskı altına alma ve yasaklama, o dili konuşan halkın maddi ve manevi kişiliğine yönelik bir saldırıdır. O ulusa yönelik bir soykırımdır. 

Bugün, 180 civarındaki ülkede 6000 civarında dil konuşuluyor. Yani her ülkeye otuz dil düşüyor. Bu dillerden ancak 300 tanesi, resmi dil olarak kabul ediliyor.

Bir dilin toplumda resmi dil olarak tanınması veya bir dilin bir din dili olması o dilin gelişip serpilmesinde çok önemli bir rol oynar. Çünkü insanlar, tapınma, eğitim görme, meslek edinme, iş bulma, hak ve hukukunu arama konularında resmi dili kullanmak zorundadırlar. Bu da, o dilin serpilip gelişmesine büyük katkı sunar.

Bazı insanlara göre, bir ülkede birden fazla dilin resmi dil olarak kabul edilmesi o ülkeyi parçalanmaya götürür. Bu çok yanlış bir görüştür. Tam tersine her hangi bir ülkede birden fazla dilin resmi dil kabul edilmesi, farklı orijinden gelen insanlar arasında, birbirlerinin varlığını kabul etme, ona saygı gösterme, farklılıklara rağmen beraber yaşama bilincinin ve kültürünün gelişmesine katkı sunar. Demokratik ülkelerdeki çok sesli çok renkli, katılımcı, paylaşımcı ve demokratik bir düzenin oluşmasında bu ülkelerdeki birden fazla dilin resmi dil olarak kabul edilmesinin, büyük bir etkisi olmuştur.

Ayrıca, bu durum iyi komşuluk, yurttaşlık, hemşehrilik ilişkisinin gelişmesine katkı sunar. Çünkü,  buradaki insanlar çarşı, pazar, okul, iş yerlerinde birbirleriyle anlaşmak için, birden fazla dille konuşmak zorunda kalırlar. Birbirlerinin dillerindeki farklı tadı ve kokuyu his ettikleri için birbirlerine daha sevecen davranırlar. Farklı dillerde konuşan insanlar arasında güçlü dostluklar kurulur. İnsanlar, zamanla birbirlerine daha çok yaklaşır ve benzer zevkler edinirler.

Dil, yaşayan bir varlıktır, bir kişiliktir. Bunun için, bir dil bilen bir insan, iki dil bilen iki insandır. Dil, çağlar boyunca insandan insana, kuşaktan kuşağa aktarılan bir mirastır. Her kuşak ona yeni değerler katar. Böylece o dil, her gün beslenerek, serpilerek, gelişerek ve zenginleşerek yaşamaya devam eder.

Dilin toplumsal yaşam içerisindeki diğer bir önemli özelliği de, Kültüre depoluk yapmasıdır. Çünkü, milyarlarca insanın, milyonlarca yıl içinde yarattığı tüm değerler, dil aracılığıyla depolanır ve nesilden nesile intikal eder. Böylece o toplum içinde yaratılan değerler kaybolmaktan kurtulur.

Sözlü dil, sağlıklı bir depo değildir. Zira yaratılan her hangi bir değer, örneğin bir masal, hikaye, fıkra, şiir bir dilden diğer dile geçerken çoğunlukla değişikliğe uğrar. Bazıları ise, tamamen unutulur ve ortadan kalkar. Ama yazılı dil sağlam bir depodur. Yazılı hale gelen hiçbir eser kaybolmaz. Orijinal haliyle nesilden nesile geçer.

İşte bu yüzdendir ki Türk Devleti, Kürtçe’nin yazılı bir dil haline gelmesini önlemektedir. Bu konuda dikkat çekici bir belgeyi sizlere sunmak istiyorum.

Türkiye’nin İçişleri bakanı olan Meral Akşener, 80 il valisi,Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğüne yazdığı, 03. 01.1997 tarihli gizli genelgesinde şöyle söylüyor. “Kürtçe’nin yaygınlaştırılması, okuma yazma dili haline getirilmesi için araştırma kurumları kurulması ve Kürtçe okuma yazma kursları açılması teşebbüsünde bulunanlara karşı gerekli idari ve yasal tedbirleri alınız”

NEDEN ANADİL DİYORUZ VE ONU NASIL ÖĞRENİYORUZ:

Yapılan tüm bilimsel araştırmalar, daha ana rahmindeyken öğrenmeye başladığımızı gösteriyor. Bir çocuk dördüncü aydan sonra, ana karnındayken sesleri algılamaya başlar. Çocuk ana rahminde annesinin kalp atışlarını dinlemek için, başı sola hafif eğik biçimde durur. Ana karnındaki çocuk, annesinin sevinç ve üzüntülerini aynı anda algılar. Annesinin bedensel, zihinsel ve ruhsal değişimlerinden aynı şekilde etkilenir. Kısacası çocuk ile anne, birebir iletişim ve etkileşim halindedirler.

Doğumdan sonra da çocuk, en çok anne ile beraberdir. Genellikle onun sesini duyar ve konuşmalarını dinler. Annenin konuştuğu dilin ses dizisi, vurgusu, tonlaması ve ahengi aynı şekilde çocuğa intikal eder. Böylece çocuk annesinin konuştuğu dile göre şekillenir. İşte bu yüzden dünyanın her yerinde dile, anadil deniliyor.

Kürtçe de anadile, zimanê zikmakî (ana karnındaki dil)  deniliyor. Bu, çok dikkat çekici bir belirlemedir. Yani Kürt dilindeki zimanê zikmakî kelimesi, bu bilimsel tespite yanıt veren bir terimdir.

Anne ile başlayan dil öğrenimi daha sonra aile çevresi, sokak ve okulda devam eder. İnsanlar, yaşadığı süre içinde durmadan öğrenir ve gelişir.

Yapılan bilimsel araştırmalara göre, bir çocuk iki yaşına kadar yaklaşık 250  civarında, üç yaşına kadar 1000 civarında, dört yaşına kadar 1500, beş yaşına kadar 2000 ve altı yaşına kadar ise, 2500 civarında sözcük öğrenir. Bazı çocuklar, içinde yaşadığı ailenin ve toplumun kültür düzeyindeki avantajlar dolayısıyla, altı yaşına kadar 5000 sözcük öğrenebilmektedir. Kültür düzeyi yüksek ailelerde yaşayan çocukların, 5 bin sözcükle konuştuğu görülmüştür.

Bir çocuğun zeka ve becerisi, öğrendiği kelime adedine göre şekillenir. Diğer bir ifade ile, çocuğun beyin fonksiyonu ve eylemliliği bildiği kelimelerin artmasıyla daha da büyümüş ve zenginleşmiş olur. Bir çocuğun zeka zenginliği ve olaylara bakış açısı ve becerisi, bildiği kelimelerle doğru orantılıdır.

Diğer bir önemli konu da, bir çocuğun aynı anda birden fazla dili kolayca öğrenebilmesi gerçeğidir. Bu konuda ciddi bir zorlama söz konusu değildir. Anne ve babası farklı dillerden gelen bir ailede anne kendi diliyle, baba da kendi diliyle konuşması halinde çocukları bu iki dili beraberce öğrenirler.

Sokakta ve ailede, birçok dilin konuşulduğu toplumlarda yetişen çocuklar, hiç bir emek sarf etmeden birden fazla dili kolayca öğrenebilmektedirler. Örneğin, Türkçe, Arapça ve Kürtçe’nin bir arada konuşulduğu Mardin, Siirt, Urfa gibi kentlerde büyüyen çocukların büyük bir bölümü, bu üç dili birlikte öğrenip konuşabilmektedirler.

ANADİLDE EĞİTİMİN ÖNEMİ:

Yukarıda da belirttiğim gibi altı yaşına gelmiş bir çocuk ana diliyle 2500 civarında sözcükle konuşmaya ve düşünmeye başlar. Dolayısıyla bu 2500 kelimenin karşılığı olan soyut ve somut şeyleri öğrenmiş ve kavramış olur. Dolayısıyla, gelecekte öğreneceği tüm şeyleri de bu temel üzerine oturtur.

Bu nedenlerden dolayı, psikologlar bir çocuğun kişiliğinin temelinin 0-06  yaş arasında şekilendiğini söylemektedirler. Yani bir çocuğun nasıl bir kişiliğe sahip olacağını belirleyen temel kıriterler 0-06 yaş grubu arasında şekillenir.

Çocuk 6 yaşına geldiğinde artık anadilinin ayrıntılarını, inceliklerini, kurallarını, armonisini ve düşün sistematiğini kavramış olur. Yani çocuk, ruhsal ve zihinsel olarak ana diline göre programlanmış olur. Artık bundan sonraki her şeyi bu programa göre öğrenir. Çocuk her şeyi anadilinin penceresinden algılamaya başlar. Kendini en iyi bu dille anlatır. Kendine anlatılanları en iyi bu dille kavrar.

Bir çocuğun konuşma ve duyma ile ilgili tüm organları da ana dile göre şekillenir. Örneğin, insanların örs-çekiç kemiği, ses telleri, dişleri ve dudakları ana dilin armonisine uygun bir şekil alır. Bu şekillenme 13 yaşına kadar devam eder. Artık bu yaştan sonra çocuk başka bir dilin bazı seslerinin inceliğini kavramakta ve o sesleri çıkarmakta zorlanmaya başlar. Bunun içindir ki, olgun yaştaki bir insan, daha sonra öğrendiği her hangi bir dil mutlak aksanlı bir şekilde konuşur.

Her hangi bir çocuğu, yabancı bir dille eğitmeye kalkmak, belli bir sisteme göre programlanmış bir kompütüre virüs sokmak gibidir. Kompütüre giren bir virüs kompituru nasıl alak bulak ederse, çocuğun beyni de öyle altüst olur. Çünkü çocuğun ilk sermayesi olan ana dilindeki düşün sistematiği bozulur. Beyin fonksiyonu sekteye uğrar. Meydana gelen bu kaus içinde çocuğun mevcut yaratıcılığı kaybolur. Zihinsel, ruhsal ve düşünsel dengesi bozulur. En basit bir şeyi bile kavramakta zorlanır. Ana dilinin oluşturduğu kişiliği ciddi bir biçimde zedelenir. Yabancı bir dille eğitime tabi tutulan bir çocuğun anneden öğrendiği 2500 kelime hiçbir işe yaramaz. O durumda bulunan 6 şaşındaki bir çocuk sıfır yaşındaki bir bebeğe döner.

İşte bu yüzdendir ki, her çocuk ilk öğrenimini mutlak anadiliyle yapmalıdır. Çünkü ana dil çocuğun ilk sermayesidir. Her çocuk, 13 yaşına kadar devam eden bu ilk eğitim sürecinde öğrendiği her şeyi bu ilk sermayesinin üzerine oturtur. Her çocuk bu süre içinde dünyadaki mevcut soyut ve somut kavramları kendi anadiliyle iyice öğrenmiş olur. Bu süre içinde beynine depoladığı bu birikim sonucunda, artık başka herhangi bir dili öğrenmekte zorlanmaz.

ANADİLİN, DÜŞÜN DÜNYAMIZA ETKİSİ

Bilim adamları insanı düşünen hayvan veya konuşan hayvan biçiminde tarif ediyorlar. Gerçekten insanı hayvandan ayıran en önemli şey insanların beyin fonksiyonudur.

Dil ile düşünce arasında çocuk sıkı bir ilişki vardır. Yani konuşma ile düşünme iç içedir. Her düşünen insan konuşmayabilir. Ama her konuşan insan mutlak düşünmek zorundadır. Çünkü herhangi bir konuda konuşmaya başladığımızda o konu üzerinde düşünmek zorunda kalırız. Çünkü dil düşüncelerimizi başkasına aktarmamızın bir aracıdır.

Ne kadar çok değişik kelimeyle konuşursak, düşünce dünyamız da, ona paralel olarak büyür ve zenginleşir. Ne kadar çok kelimeyle konuşur, düşünür ve yazarsak dünyamızda ona göre renklenir ve zenginleşir.

İşte bu nedenle, anadiliyle eğitim gören, konuşan ve yazan insanların emeği sonucunda o dil sürekli olarak büyüyüp gelişir. Buna paralel olarak da o toplumun düşünce dünyası da gelişip, serpilip zenginleşir.

Konuştuğumuz ana dilin tadı, rengi, kokusu, armonisi, incelikleri ve esprisi aynı şekilde düşüncelerimize yansır ve onu şekillendirir. Bu yüzden, dillerin mizah anlayışı bile birbirlerinden farklıdır.

Kısacası hangi dille konuşuyorsak düşüncemiz ve kişiliğimiz o dilin sistematiğiyle uyumlu bir biçimde şekillenir. Yani Türkçe konuşan Türk gibi, Kürtçe konuşun da Kürt gibi düşünür.

ANADİLİN, BİLİMSEL DÜŞÜNCEYE KATKISI

Söylediğim gibi, her dilin kendine özgü bir düzeni, kurgusu, anlatım biçimi, armonisi, psikolojisi ve düşünüş sistematiği vardır. herhangi bir bilim adamı çalışmaları esnasında hangi dille düşünüyor, konuşuyor ve yazıyorsa, olaylara da o dilin mantığıyla bakar. Bilim adamı bu sistematik içinde olguları inceler ve yeni olgular keşfeder. Yeni sentezlere varır ve bulduklarına o dille isim koyar. Bu açıdan bir bilim adamının kendine özgü kabiliyetlerinin yanında, düşündüğü ve konuştuğu dil de onun başarısının temel öğelerinden birisi haline gelir. Çünkü o başarının temelinde, o dilin yaratıcılığı vardır.

Keza, sanatçılar da mesleklerini icra ederken, düşündüğü ve konuştuğu dilin kokusu, tadı, inceliği, melodisi ve düşünüş sistematiğinden yararlanırlar. Yarattığı eserlerin güzelliği estetiği, rengi ve tadıyla kullandığı dil arasında sıkı bir ilişki ve etkileşim söz konusudur. Bunun içindir ki, her hangi bir yapıtı, bir dilden başka bir dile çevirirken, o eserin yaratıldığı dilin anlamını, melodisini, estetiğini, kokusu ve tadını, olduğu gibi aktarmak mümkün değildir.

Kısacası bilim adamları ve sanatçıların başarısının düzeyi, düşündükleri dille yakından ilişkilidir. Çünkü onlar eserlerini, anadillerinin yapısı ve düşünce sistematiği içinde yaratırlar.

ANADİLİN KÜLTÜREL BOYUTU

Genel anlamda insanların, kol ve beyin güçleriyle yarattıkları maddi ve manevi değerlerin toplamına kültür diyoruz.

Dünyanın her yerinde çeşitli din, dil, ırk, renk ve cinsten milyarlarca insan, binlerce yıldan beridir düşünüyor, çalışıyor ve yaratıyor. Yaratılan bu maddi ve manevi değerler, insanlığın ortak hazinesidir. Sanat, edebiyat, bilim, teknoloji gibi konularda yaratılan yeni eserler maddi ve manevi dünyamız her gün daha da zenginleşip renkleniyor. Tüm bu birikimleri depolayıp gelecek kuşaklara aktaran araç ise, dildir. Eğer dil olmasaydı, milyonlarca yıldan beri yaratılan bu değerler bu günlere ulaşamazdı.

Bunun için, herhangi bir dili baskı altına almak ve yasaklamak, insanlığın bahçesindeki bazı renkleri yok etmektir. Bu da tüm insanlık alemine yapılmış bir saldırıdır. Zira her ulusun, halkın hatta her aşirettin kültürü insanlık ailesine farklı zenginlikler, renkler ve kokular katmaktadır. Her dil ve kültür insanlık bahçesinin bir güzelliğidir. Dolayısıyla bunları korumak bunlara yönelik baskı ve zorbalıklara karşı çıkmak da, insanlık ailesinin ortak amacı olmalıdır.

ÇOK DİLLİ, ÇOK KÜLTÜRLÜ TOPLUM

Bazı insanlara göre, çok dil ve kültür toplumsal bir zenginliktir. Bazılarına göre ise, toplumsal bir beladır. Acaba hangisi doğrudur?

Türkiye’nin de yer aldığı Ortadoğu, dünyanın en enternasyonal coğrafyasıdır. Buraya onlarca kavim göç etmiş devlet kurmuş ve medeniyet yaratmıştı. Türkiye çok halklı, çok dinli, çok kültürlü ve çok dilli olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntısı üzerine kurulmuştur. Yöneticiler bu çoğulcu yapıyı koruyup geliştireceğine, paranoya derecesine varan parçalanma korkusu yüzünden, bu renkli yapıyı yasak cenderesine alıp yok etmeye çalışmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında bu coğrafyada, otuzu aşkın dil konuşuluyordu. Bu dillerin büyük bir bölümü yok olmuş, bir bölümü de yok olma sürecine girmiştir. Bu çağ dışı tutuma yalnız Kürtler direniş göstermektedir. Eğer bu yasakçı anlayış olmasaydı. Bunca dilin yaratıcılığı sanat, bilim ve teknolojiye yansıtılabilseydi, Türkiye her konuda gelişmiş, dünyanın en renkli ülkesi konumuna gelebilirdi.

Eski Sovyetler Birliği, bu konuda çarpıcı bir örnektir. O düzende, devletin küçük büyük ayrımı yapmadan, tüm dil ve kültürlerin gelişmesi için, sağladığı olanaklar sonucunda, aşiret düzeni içindeki birçok toplum bile, çağdaş bilim,sanat ve teknoloji üreten bir düzeye çıkmıştır. Örneğin o dönemde, Sovyetler Birliğinde yaşayan 200 bin civarında Kürt toplumu, Türkiye’de yaşayan 20 milyon Kürt’ten daha fazla kültür, sanat, bilim ve teknoloji yaratabilmiştir.

AB ne üyelik sürecinin yaşandığı bu günlerde bile, Kopenhag kriterlerini yerine getirmesi ve uygulamaya koyması halinde Türkiye, gelişme ve uygarlaşma yolunda ciddi atılımlar yapabilir.

Zira çok renkli, çok sesli, katılımcı, barışçı ve demokratik bir ortam içinde her toplumsal gurup, kendilerine tanınan özgürlük ortamında, öz dinamikleri harekete geçirerek serpilip gelişir. İnsanların düşün dünyası ve yaratıcılığı artar. Her gurup yarattığı değerlerini diğerlerinin hizmetine sunar. Yaratılan bu farklı değerlerin etkileşmesi sonucunda, yeni ortak değerler yaratılır.

Bu yeni değerlerle beslenen insanların maddi ve manevi dünyası daha da zenginleşir ve renklenir. İnsanlar, bu farklı dil ve kültürleri gözü gibi korur. Daha çok etkilenmek için, kapılarını birbirine açık tutar. Böylece, toplumda başkasının varlığını kabul etme, ona saygı gösterme, ona ilgi duyma, başkalarını anlamaya çalışma, yaratılan değerleri dostça paylaşma ve toplumun genel çıkarları için el ele tutuşma bilinci ve arzusu gelişir.

Sonuçta toplumda mevcut gerginlikler ve çatışmalar giderek azalır. Toplumsal sorunları barışçı diyaloglarla kalıcı çözümlere  ulaştırmak mümkün hale gelir. İnsanlar, çelişerek de dost olmanın ve ortak üretim yapmanın, yaratılan değerleri bölüşmenin mümkün olduğunun bilincine varır. Toplumda zıtlaşma, cemaatleşme, ayrışma ve çatışma ortadan kalkar.” Dedi.

Daha sonra katılımcıların sorularına verilen cevaplarla seminer sona erdi.

IKV-KOMKAR birim her hafta sonu Wuppertal biriminde bulunan üye ve taraftarlarıyla kahvaltıda buluşuyorlar. IKV yönetimide bu zamanı daha iyi değerlendirmek için, her kahvaltıdan sonra bir seminer verme kararı almıştı.  Bir sonraki “örgütsel çalışmanın toplumsal yapı içerisindeki önemi” konulu seminer, 26 Aralık 2004 tarihinde Yüksel Güner tarafından verilecektir.

 

  Dengê Kurdistan © 2004