PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
Din-Siyaset ilişkileri

Kemal Burkay

Din üzerine bir sohbet

Din nerdeyse insanlığa yaşıt.

Maymundan insana evrimlenen, iki ayağının üstüne kalkan, avlanmak ve kendini korumak için sopa ve taş kullanan, giderek taşı birbirine sürtüp yontan, cilalayan, çakmaktaşından balta ve bıçak yapan, sırtlarına hayvan postlarını geçirerek soğuktan korunan ilk atalarımız, gecenin karanlığını bitiren şafağa, orada akkordan bir alev yumağı gibi görünen güneşe baktıkları zaman neler duymuşlardı acaba? Besbelli bir huşu, bir hoşnutluk... Işığı ve sıcağı, bir başka deyişle hayatı getiren her günkü bu değişimi hep şükranla karşılamışlardır sanırım.

Güneş onlar için olağanüstü bir şeydi, kutsaldı ve bir tanrıydı.

Geceleri karanlık bastıktan sonra gökyüzünde görünen ay da...

Bu nedenle onlar ufukta bir “nur topu” gibi belirdiği zaman ellerini yüzlerine götürüp güzel sözler söylediler onlara, teşekkür ettiler, minnettarlıklarını dile getirdiler. Bu sözler ilk dualara dönüştü.

Atalarımız hem sevdiler onları, hem korktular onlardan. Çünkü güneş ve ay gidince ürkütücü karanlık basardı. Bazen soğuk onları dondururdu. Bu yüzden baharları, yaz mevsimini hep coşkuyla karşıladılar... Baharları kutlanan nice fest gibi, Newroz geleneği de kayanağını o dönemlerden alır.

Fırtınadan, selden, yangından da korktu atalarımız. Doğa içindeki esrarengiz ya da doğaüstü bir gücün onları harekete geçirdiği kanısındaydılar... Bu nedenle ateşi ve fırtınayı da birer kutsal özne gibi açıkladılar, ya da onların her birinin ardında bir tanrının elini aradılar. Böylece atalarımızın tanrıları çoğaldı: Güneş, ay, fırtına, deniz tanrıları vb...

Erkek tanrılar, kadın tanrıçalar... Savaşı, güzelliği, adaleti, bereketi temsil eden tanrılar... Çoğu zaman da aralarında bir ana tanrıça ya da baba tanrı, baş tanrı... Bir başka deyişle insanlar tanrıları yere indirdiler; hırsları, tutkuları, aşkları, kavgaları, güçleri, erdemleri ve zaaflarıyla kendilerine benzettiler...

Bu işin ustaları, bir dönem sözün ve sanatın da ustası eski Yunanlılar oldular; onların herkesten çok tanrıları vardı.

Sonra sonra Medlerin bilgesi, peygamberi Zerdüşt, nasıl ettiyse bu eski tanrıların çoğunu, güneşi, ayı, fırtınayı ve ötekileri tanrılık elbiselerinden soydu, sadece iki soyut, göze görünmeyen tanrı bıraktı: İyilik, sıcaklık, bereket tanrısı Ahuramazda (Hürmüz) ile kötülük, soğuk, kıtlık ve savaş tanrısı Ahriman... Bu ikisi birbirleriyle çekişip durdular.

Bu da yüzlerce yıl sürdü...

Derken Musa insanlara tanrının tek olduğunu vaaz eden ilk peygamber olarak sahneye çıktı. Musa’nın tek tanrısı, tüm iyi vasıflarıyla Zerdüşt’ün Hürmüzü’ne denk düşüyor. İşi kötülük yapmak, savaş çıkarmak, insanların canını yakmak olan Ahriman ise tanrı mertebesinden böylece indirilmiş, giderek “Şeytan” olarak sıfatlandırılmış oldu... Böylece dinde düalizmden tekçiliğe ilk büyük adım atılmış oldu.

Ama bizim kökleri ta Zerdüştiliğe uzanan Yezidi (Êzdi) kardeşlerimiz bu işe itiraz ettiler. Onların, tek tanrılı dinler mensuplarının şeytana karşı küçümseyici ve öfkeli tavrından rahatsız olmalarının kökeninde, Zerdüştiliğe göre Hürmüzle eşdeğer bir tanrı olan Ahriman’a yapılan bu haksızlık yatar. Onlar, her inanç sahibi gibi bu konuda çok hassastırlar ve belki benim bu yazdıklarım bile canlarını sıkabilir... Oysa Êzdi kardeşlerimiz aynı zamanda benim kendilerine dost olduğumu, onların inancını –aslında hiçbir inancı- hor görmediğimi, dini inançlar arasında hiçbir ayırım yapmadığımı bilirler.

Niyetim hiç kimsenin inancını küçümsemek değil, dinlerin tarihsel gelişimi yönünde birkaç söz etmek.

Êzdiliğe gelince, Kürtlere özgü bir inanç, ya da, bilindiği kadarıyla ilk kez Kürdistan’da ortaya çıkmış ve Kürtlerin dışına yayılmamış, orada kalmış. Bir dönem Êzdi inancı Kürtler arasında oldukça yaygındı. Sonra Hıristiyanlığın, ardından Müslümanlığın sıkıştırması ve bölgedeki egemen güçlerin türlü baskılarıyla mensupları giderek azaldı, bir çok Kürt aşireti bu inancı terk ederek Müslümanlığı seçtiler. Yine de Êzdilik tümden silinip gitmedi. Onun kutsal merkezi olan Güney Kürdistan’daki Laleş ve çevresi başta olmak üzere, hâlâ Kürdistan’ın tüm parçalarında, Ermenistan ve Gürcistan’da ve şimdi bir bölümü Avrupa’da yaşayan epeyce Êzdi Kürt var.

Tekrar konumuza, dinlerin gelişim sürecine dönersek, Musa Peygamber’le gelen ilk tek tanrılı dinin, Museviliğin ardından başka peygamberler ve başka dinler de geldi. Bunların en önemlileri İsa ve Muhammed peygamberlerin eliyle vaaz edilmiş olan Hıristiyanlık ve Müslümanlıktır.

Elbet hepsi bundan ibaret değil; dünyanın başka yerlerinde, Budizm, Brahmanizm gibi yaygın ya da daha küçük boyutta, adlarını bile bilmediğimiz bir dizi farklı dini inanç var. Şu son yüzyıllarda Afrika, Latin Amerika, Okyanus adaları bir bölümüyle Müslüman, bir bölümüyle Hıristiyan olmadan önce kim bilir oralarda nice kabile dini vardı, o dinleri temsil eden nice ruhani lider, nice büyücü...

Böyle olması doğal. İnsanoğlunun ve de kızının hayat sürecinde her şey gibi din olgusu da büyük bir çeşitlilik, renklilik gösteriyor. Yani her şey şu bizim Kemalist ve de Müslüman “tekçiler”in, gösterdiği gibi değil. Doğada ve toplumda tek renk, tek biçim yok. İyi ki yok; öyle olsa bu dünyada yaşanmazdı. (Türkiye’de yaşamanın zorluğu ortada; zaten bu yüzden, bir yandan generaller, bir yandan sevgili Recep bize habire, “Ya bizim gibi olun ya da çekip gidin!” diyorlar...)

Tabi dinin bir özelliği, adı üzerinde “inanç” olması. Yani öyle inandığın için öyledir. İnandığın şey üzerinde tartışmazsın da... Her inancın mensubu tapındığı şeyin, izlediği inancın en doğru, en “hak” olduğu kanısındadır. Bu yüzdendir ki onu değiştirmek, başka bir inanca yönelmek kolay bir iş değil. Bu bazen kılıç zoruyla olur, ya da olmuş gibi görünür; gerçekte olmaz. Çünkü inanç yürekte, asıl olarak da beyindedir; değişmiş gibi görünse de içten içe yaşar. İnancın değişmesi için o yüreğin ve beynin değişmesi gerek. Bu da zordan çok ikna ile olabilecek bir şey.

Bunun içindir ki, Musa’nın, Apis öküzüne tapınmaktan kurtardığını sandığı ve Nil’i ortasından yararak Firavun’un kılıcından da kurtarıp Kenaneli’ne götürdüğü Yahudiler, orda da ilk fırsatta altından bir dana putu yapıp önünde yeniden secdeye durmuşlardı. Neyse ki Musa’ya Turi Sina’dan gelen “On Emir” imdada yetişti... Kısacası bu iş öyle kolay olmadı!

Sevgili okurlar, ben Musa ile Apis öküzüne tapanlar arasındaki çekişmeyi anlarım da, tek tanrıya inanan Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki bu kan davalarını, bu acımasız savaşları anlayamam.

Kendi inançlarına göre hem Musa, hem İsa, hem Muhammed, Tanrı’nın peygamberi değiller mi? Üçüne de birer kutsal kitap inmemiş mi? Bu kutsal kitapları gönderen aynı Tanrı değil mi? Öyleyse neyi paylaşamazlar; niçin yüzyıllar, hatta binyıllardır böylesine birbirlerini yok etmeye çalışırlar, birbirleriyle savaşırlar, birbirlerinin canını acıtırlar, anlayamam.

Acaba öbür dünyada cennete gidince orayı nasıl paylaşıyorlar? Yoksa her birinin cenneti, cehennemi ayrı mı?..

Yoksa aslında başka şeylerin kavgasını ederler de din bir bahane mi? Yani onu bir araç olarak mı kullanırlar?

Ben bugün aslında tümüyle din-siyaset ilişkilerini konu alan bir yazı yazmak için bilgisayarımın başına oturmuştum. Ama şansınıza din üzerine böylesi bir sohbet çıktı.

***

Bir önceki “Din Üzerine Bir Sohbet” başlıklı yazım, dinler tarihi üzerine bir tür kısa özetti. Bu kez tarihte din-siyaset ilişkilerini konu almak istiyorum.

Önceki yazımda “din nerdeyse insanlığa yaşıt,” demiştim. Ya siyaset? O da öyle olmalı.

Daha “sürü” biçiminde yaşadıkları, av peşinde bir yerden diğer yere göç ettikleri dönemlerde insanların sosyal organizasyonunun kabile biçiminde olduğunu biliyoruz. Bu kabilelerin daha o dönemde kendilerine liderlik eden reisleri ve bu reislerin ortak yaşamla ilgili olarak kabileyi yönetme ve hayati konularda son sözü söyleme gibi bir işlevi de olmalı. Bu iş ise insanları ikna etmeyi gerektirir ve siyasetsiz olmaz.

Liderlik için başlarda, avcılıkta ve savaşta çok işe yarayan cesaret ve  pazu gücü önemliydi. Örneğin kızılderililer liderlerini en iyi dövüşçüler arasından seçerlerdi. Ama zamanla herhalde, kurnazlığı ve yönetme becerisini içeren siyaset öne geçmiş olmalı.

Özel mülkiyet, sınıflar ve devlet ortaya çıktıktan sonra ise zaten gücün ve siyasetin tekeli devletin başındaki monarkın (kral, şah, sultan vb.) eline geçti. Fransa Kralı 14. Lui’nin deyişiyle devlet oydu. Hatta ondan öncekiler, örneğin bir zamanların Mısır Firavunları aynı zamanda dini de kendi tekellerine almışlardı, onlar da “Kutsal Roma-Cermen imparatorları” gibi “tanrının yeryüzündeki vekilleri” idiler ve mutlak egemenliklerini buna dayandırıyorlardı.

Bir başka deyişle daha o dönemde din siyasetin hizmetine girmişti.

Bu türden tek kişinin ya da bir zümrenin, bir sınıfın egemenliğindeki, yönetilenlerin sömürülmesi temelinde var olan rejimlerin ayakta durabilmesi için tek başına kılıç, yani zor yetmez; onun yanına insan düşüncesini etkileyen ikna yöntemleri de gerekir. Bu bazen vatan-millet edebiyatıdır. Geçmişte insanları savaşa mobilize etmek için “Ey Romalılar! Ey Atinalılar!” filan denir, onların onur, şeref gibi duygularına seslenilirdi. Günümüzde, çağdaş toplumlarda da bu yöntem oldukça geçerli. Elbet bu yetmezdi. Roma ve Atina tanrılarını, tapınakları korumaya yönelik bir ajitasyon da çoğu zaman buna eşlik ederdi... Zaman zaman da kısa yoldan, zafer halinde savaşçıların ulaşacağı altın ve gümüşün çekiciliğinden yararlanılır, talan ve yağma vaat edilirdi. Ksenofon’un İran üzerine götürdüğü askerlere çektiği nutuklarda dile getirdiği gibi. Ksenofon zaten hem savaş sanatıyla, hem de hitabet ve siyaset ustalığıyla savaşçılarına yön vermeyi beceren iyi bir komutandı.

Ortaçağlarda din uğruna yapılan, ya da öyle görünen savaşlar zaman zaman öne çıktı. Bu bazen aynı dinin saflarında mezhep kavgaları biçiminde oldu; örneğin Avrupa’da Yüzyıl Savaşları... Zaman zaman da Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında oldu; ünlü Haçlı Seferleri gibi... Bu son savaşlar, elbet aynı zamanda Çin’den Avrupa’ya ipek yolunu güvenceye almak, bunun yanı sıra haraç ve talan içindi.

İspanyollar Amerika kıtasının orta ve Güney bölümlerini işgal ederken (o zaman bu bölgeler henüz Latin Amerika adını almamıştı, İspanyollar ve Portekizliler oraları zaptettikten sonra aldı) çoğu zaman papazlarını da birlikte götürdüler. Yerlileri öldürürken ve yağmalarken fetva almak için... Öldürmeye gerek görmediklerini ise bu papazlar eliyle Hıristiyanlaştırmak için... Çünkü hepsini öldürmeleri rantabıl da olmazdı, o zaman elde iş yaptıracak köle kalmazdı. Onları ta Afrika’dan zincire vurup, gemilere yükleyip getirmek de oldukça masraflı bir işti...

İngiliz, Fransız, İtalyan ve Hollandalı misyonerler de bu işi kendi sömürgelerinde yaptılar.

Arap İslam halifeleri de yine “din ve Tanrı adına” kılıç sallayıp sefere çıktılar, İndüs Irmağından Pirenelere kadar zaptettiler, yağma ettiler, kestiler biçtiler. Mesela şu adaletiyle ünlü Halife Ömer döneminde Kürdistan fethedilirken olanlar... 637’deki Kadisiye Savaşı’ndan sonra binlerce Kürt erkeği Musul’la Bağdat arasında hurma ağaçlarına asıldılar.

Osmanlı Padişahı Yavuz Kürdistan’ı fethederken 40 bin Kızılbaşı din adına kılıçtan geçirmişti. Daha sonraları Melek Ahmet Paşa (ne melek ama!), Şengal Yezidileri üzerine gidip onları kılıçtan geçirir ve yağmalarken bu işi yine din ve İstanbul’daki İslam Halifesi adına ve “allahsız kâfirleri” temizlemek için yapmış, “helal mal”larına el koymuş oluyordu...

İstanbul’daki o hem “Rum Sultanları” hem de  “İslam Halifesi” diye adlandırılanlar da, nice savaşlarla kan dökerek zapt ettikleri toprakları talan edip, altın ve gümüşlerini, haraçlarını, bu arada nice güzel kadın, kız ve “oğlan”larını saraylarına taşır ve orada hem bir hazine, hem de bir cariye kolleksiyonu oluştururken bunu herhalde din ve diyanete uygun şekilde yapmakta idiler... Tabi, bu kutsal devlet için onlar -daha Makyavel ve “Hükümdar”ı bile ortada yokken- kendi öz babalarını, kardeşlerini, çocuklarını ve torunlarını bile öldürme, kıyımdan geçirme, beşikteki bebeleri bile boğma hakkına sahiptiler ve bu doğal bir şeydi...

Osmanlı Padişahları ve İran Şahları arasında yüzyıllar süren savaşlar da Sünni-Şii savaşı biçiminde dini bir renge büründürüldü. Osmanlı için “Kızılbaşlarla”, İran için “Yezitlerle” savaş... Ama bu savaşlar yüzünden yüzyıllar boyu ülkemiz Kürdistan iki tarafın işgalini, talanını, kırımını yaşadı. Kimi zaman, Yavuz örneğinde olduğu gibi Osmanlı sultanları, şah yanlısı deyip Alevileri kılıçtan geçirirken, kimi zaman da şahın orduları, Diyarbekir, Mardin gibi Kürt kentlerini ele geçirip, “Yezit” diye kılıçtan geçirdiler.

Bu yüzden, Ehmedê Xani’nin deyişiyle, yüzyıllar boyu “Rom’un ve Ecem’în oklarına hedef olduk.” Bugün hâlâ eski öykü sürüyor...

Evet, sevgili okurlar, bu konuda sözü uzatmaya gerek var mı? Aklımda kalan ünlü bir söz var, kimindi şimdi hatırlamıyorum: “Din adına ne cinayetler işlendi!”

Ama iki yanda da, ister papaz olsunlar ister molla, din adamlarını dinlediğimiz zaman ne de tatlı dilliler; “Din şiddete karşıdır,” derler.

Dinlerin ortaya çıkışının bir öyküsü, zemini var elbet; onlara hayat veren tarihi ve sosyal koşullar. Ama bir de sonrası...

Musa Mısır’ın acımasızca ezilen, sömürülen kölelerinin sözcüsü olarak ortaya çıktı. Ama Musa’nın dinine bağlı olanların bir bölümü sonradan acımasız köle sahiplerine dönüştüler.

İsa, bu türden krallar ve köle sahiplerince ezilen yoksulların sözcüsü idi ve bu yüzden çarmıha gerildi. Öğretisi dört bir yanda köleler, yoksullar ve haksızlığa uğrayanlar arasında yayıldı, barışçı direnişin sembolüne dönüştü ve döneminin süpergücü Roma’yı bile sarstı. Ama sonra ne oldu?

Muhammed’in yaydığı din de başlarda benzer biçimde yoksullardan, kölelerden, kadınlar, çocuklar gibi toplumun ezilen kesimlerinden yana bir dizi değişikliği içeriyordu. Bu yüzden insanlar çevresinde toplandılar. Peki ya sonra?..

Sonra, ötekilerde olduğu gibi, egemenler, güçlüler, zorbalar dinin dizginlerini ele geçirdiler ve onu kendi hizmetlerine koştular.

İsa, “bir yüzüne tokat vururlarsa öteki yüzünü çevir,” demişti. Peki, siz bunu yapan bir Hıristiyan gördünüz mü?.. 20. Yüzyılın ortalarında 6 milyon Yahudiyi fırınlarda yok eden sistemin bir ayağı da Hıristiyan inancına dayanmıyor muydu?.. Belki bir farkları, “haç”ı “gamalı haç” haline getirmiş olmalarıydı...

Müslümanlar da, şimdi akıl almaz bir vahşete dönüşen ve adlarının terörle birlikte anılmasına yol açan acımasız eylemleri eleştirirken “dinimize göre adam öldürmek cinayettir, İslam dini bunu kabul etmez,” derler. Peki kılıç zoruyla yapılan tüm o fetihler, “dine davet seferleri”, o Musuldan Bağdat’a kadar hurma ağaçlarına asılanlar?.. Bizzat İslam halifeleri arasındaki o acımasız boğuşmalar, Kerbela olayları?..

Uzak geçmiş bir yana, ya şu son yüzyılda olanlar? Bir milyonu aşkın Ermeni’yi kaşla göz arasında yok etmeler?.. Ya daha sonraki 70-80 yılda Müslüman Kürt “kardeşler”e yapılanlar?.. Maraş, Çorum, Sivas kıyımları?..

Ne papazlar, ne hahamlar, ne mollalar, kimse bunlardan söz etmiyor. Ne siyasiler, ne devlet adamları, kimse tarihin bu yönünü karıştırmıyor. Herkes din adına tatlı hikâyeler anlatıyor bize.

Çünkü din bugün de egemenler ve sömürenler için, siyasetin emrinde bir geçer akçe.

Osmanlı’nın son zamanı ve Cumhuriyet dönemi

Son dönemde, Kürtler özgürlük için seslerini yükseltince, sistemin Kürtleri susturmak için devreye koyduğu enstrümanlardan biri top ve tüfekse, ötekisi de dindir. Top ve tüfekle sindirmeyi, dinle ise yatıştırmayı deniyorlar.

Bu yöntem bize yabancı değil, yüzyıldan fazladır biliriz.

Osmanlı devleti dağılıp çökmenin eşiğine gelince, bunu önlemek için aranan çareler arasında iki tanesi öne çıkıyordu: Osmanlıcılık ve İslamcılık.

Osmanlıcılık, Osmanlı padişahının şahsında, yani saltanata bağlılık temelinde, Osmanlı mülkünün birliğini sağlamaya yönelikti. Bu görüşü savunanlara Yeni Osmanlılar deniyordu. Namık Kemal bunlardan biriydi. Onun “Vatan Yahut Silistre” adlı piyesi, işte bu anlayışın ürünüydü, yani Bulgaristan’ın şu kuzey ucundaki Silistre’yi de vatandan sayıyordu... Şimdi Hakkari’yi vatan saydıkları gibi...  Ne var ki, özgürlükleri için ayağa kalkan Hıristiyan Balkan halkları ne sultana aldırdılar, ne böyle tiradlara; yüzyıllardır boyunduruğu, zulmü altında yaşadıkları Osmanlıyı söküp ülkelerinden attılar.

Hıristiyan halklardan umut kesilince, bu kez hiç değilse Arabistan’ı ve Kürdistan’ı elde tutmak için Halifelik postunun İslamlar bakımından “birleştirici” fonksiyonunu devreye soktular. Sultan Abdülhamit bu motifi kullanarak hem eldeki İslam ülkelerini tutmak, hem de İran’a doğru yayılmayı denedi. Ama bu da tutmadı. Kuzey Afrika ve Arabistan’ın Müslaman-Arap halkları da, Birinci Dünya Savaşı’nda, yani ilk uygun fırsatta, emperyalist ve “kâfir” demeden, Fransız, İngiliz ve İtalyanlarla birleşip İstanbul’daki zoraki halifeyi ve ordularını kovdular. Türk egemen çevrelerinde öteden beri söylendiği biçimiyle, “bıçaklarını kaçan Osmanlı’nın sırtından vurdular!”

Sonuç olarak, artık dikişleri tutmayan, çürümüş yaşlı ağaca dönen Osmanlıyı ne “Osmanlıcılık” kurtardı, ne “İslamcılık”; esen güçlü bir rüzgârla, çöktü, dağıldı gitti.

Osmanlı’nın son döneminde çare olarak öne sürülen tezlerden biri de “Türk milliyetçiliği” idi. Yusuf Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset”inde sözünü ettiklerinden biri de buydu. Ne var ki Türk milliyetçiliği, birleştirmekten çok dağıtırdı. Nitekim, bu düşle ve Turan hayalleriyle Orta Asya seferine çıkan ittihatçılar, az daha evdeki bulgurdan, yani Anadolu’dan da oluyorlardı. Neyse ki bir yandan Rusya’da Ekim Devrimi, yani komünistler, diğer yandan Kürtler imdada yetiştiler... Lenin liderliğindeki komünist yönetim, Erzincan’a ve Van’a kadar bölgeyi ele geçirmiş Rus ordusunu geri çekti. Bununla da yetinmeyip savaşı finanse edebilmesi için Ankara hükümetine bol miktarda altın verdi.

İttihatçıların saflarından gelen ve Birinci Büyük Savaş’ın sonunda işgale karşı Anadolu’daki direnişi örgütleyen Mustafa Kemal daha gerçekçi, oldukça pragmatikti. Osmanlının külleri üstünde yeni bir devlet yaratırken, nesnel koşulları, güçler dengesini çok iyi hesapladı. Bir yandan Mustafa Suphi ve arkadaşlarını, yani Türk komünistlerinin liderlerini Trabzon açıklarında boğdurup denize attırırken, diğer yandan Moskova’daki Komünist yönetimle sıcak işbirliği kurup altın ve silah almaktan geri durmadı. İstanbul’dan Anadolu’ya geçerken de, daha sonra “hain” olarak suçlayacağı Sultan Vahdettin’in onayını almış, daha doğrusu  onun tarafından görevlendirilmeyi başarmıştı. Samsun’a çıkar çıkmaz dört bir yana, özellikle de Kürt şeyh, ağa ve reislerine gönderdiği telgraf ve mesajlarda, “Halife ve Sultan itilaf güçlerinin elinde esirdir. Sultanı ve Halifeyi ve kutsal İslam dinini kurtarmak ve bir Rumluk ve Ermeniliğin kuruluşunu önlemek için el ele vermek gerekir,” dedi. Kurtarılacak toprakları “Türklerin ve Kürtlerin çoğunluğunu oluşturdukları topraklar” olarak gösterdi ve “Misak-ı Milli” diye niteledi.

Bu sözler bizim Kürt ağa ve şeyhlerimizin çok hoşuna gitti. Onlar da, özellikle Van’da, Muş’ta, Bitlis’te, Erzurum’da bir “Ermenistan” istemezlerdi... Bir bölümü Ermenilerin kovulmasına ve kıyımına katılmış, en azından topraklarına el koymuşlardı; elbet onların geriye dönmesinden endişe ederlerdi...

Bu nedenle Mustafa Kemal’in ardına takıldılar. İlk “Müdafai Hukuk” cemiyetleri Kürdistan’da oluştu. Yabancı işgaline karşı ilk direnişler de, Süleymaniye’den Urfa’ya, Antep’e, Maraş’a kadar bu bölgede başladı. Erzurum ve Sivas Kongreleri bu bölgede ve Kürt reislerin büyük desteği sayesinde toplanabildi.. Bu kongreler gibi Ankara’daki Millet Meclisi de hocalarla birlikte açıldı. Mustafa Kemal onlarla birlikte ellerini havaya kaldırıp dualar okudu ve sakallı Kürt şeyh ve pirlerinin yanı sıra, hoca efendilere de büyük iltifatlar yaptı...

O günlerde Türk milliyetçiliğinin esamesi okunmuyordu. Mustafa Kemal, daha önceki Amasya Tamimi’nde Kürtler için özerklikten söz ederken, Meclisteki bir nutkunda da, “Meclis-i aliniz yalnız Türk değildir, yalnız Kürt, yalnız Çerkez, yalnız Laz değildir; ama hepsinden mürekkep anasar-ı İslamiyedir” diyordu.

Kısacası, “İstiklal savaşı” denen şey, Türk milliyetçiliği motifiyle değil, asıl olarak İslam birliği üzerinden mobilize idildi. Böylece, köprüyü geçinceye kadar, kitlelerin dini duyguları yoğun biçimde kullanıldı; diğer bir deyişle din siyasetin emrine koşuldu...

Eğer Sovyetlerin, yani Rusya’da yeni oluşan komünist rejimin ve Kürtlerin katkı ve desteği olmasaydı sonuç herhalde cok farklı olacaktı. Bir TC ortaya çıksa bile, bu herhalde Ankara ve yakın çevresiyle sınırlı, Karadeniz’den başka deniz görmeyen küçük bir ülke olacaktı. Sevr’in başarısız kılınıp Lozan’a ulaşılması ve bugünkü sınırlarıyla TC’nin kuruluşu böyle mümkün oldu. Mustafa Kemal ve arkadaşları bir yandan Sovyet desteğiyle, diğer yandan dini kullanıp Kürtlerin desteğini sağlayarak dar köprüden geçtiler...

Köprü geçildikten sonra ise malum, Sultan’ın da Halifenin de “papucu dama” atılmayıp eline verildi... Onlarla birlikte Kürt ağa ve şeyhleri de bir yana itildi. Elbet, bu ağa ve şeyhlerin bir bölümü, sisteme uyum sağladıkları ölçüde korundular, TBMM’nin müdavimleri oldular. Ama kurulan devlet tam da İttihatçıların istediği türden oldu, tek etnik gruba “Türk” e dayandı. Tek ulus, tek dil, tek bayrak ve bunu güvenceye alan bir kapitalist (yani tek sınıfa dayanan) bir devlet. Hatta denetime alınmış Sünni-Hanefilik biçiminde “tek din ve tek mezhep...”

O günden beri de Türkiye’yi yöneten ve adına “Kemalizm” denen bu anlayış, tek renkli bir toplum inşa etmek için, yasaklayarak, döverek, söverek, sürerek, öldürerek tüm farklı renkleri silmeye çalışmakta.

Bu, “Cumhuriyet” filan değil, 85 yıldır süregelen, Abdülhamit devrini bile aratan, dünyada eşi az görülür bir ırkçı-faşist diktatörlüktür.

Kemalist batıcılar, sözde laiklik ve batılılaşma ve çağdaşlaşma adına, halkın yaşam tarzına, giyimine kuşamına bile kabaca müdahale ettiler.

Aslında dini siyasetin emrine sokmayı, yani dini sömürüyü terk etmediler; yalnızca tekellerine aldılar. Nitekim gerek duydukça okullara, tek dini ve tek mezhebi öğretmeye yönelik zorunlu din derslerini onlar soktu. “Komünizm” tehlikesi”ne karşı (siz emekçi halkın sömürüye, baskıya karşı mücadelesi anlayın) dini bir panzehir olarak düşündüler ve ABD’nin bu amaçla dünyayı yeşil kuşakla örmesi gibi, onlar da Türkiye’yi, bazen öğretmen okullarını bile kapatıp, imamhatip okulları, ilahiyat fakülteleri ve İslam enstitüleriyle, “İlim Yayma Cemiyetleri” ile donattılar. Sola ve demokratlara karşı Cuma namazı sonrası kanlı pogrom saldırıları devlet eliyle düzenlendi. Maraş, Malatya, Çorum, Gazi ve Sivas katliamları vb. nice dini renkli saldırı ve kıyım hep bu Kemalist devletin denetimi, gözetimi altında yapıldı.

Din Kürt direnişine karşı da “etkili bir silah” olarak hep kullanıldı. Bir yandan Kürdistan’da helikopterlerle Kürtleri devlete itaat etmeye çağıran dini bildiriler atılırken, bölgeyi dolaşan cunta liderleri ayet ve hadisler okudular...

Elbet bu iş yalnız süngüyle olmuyor. Siyaset de yardımcı olmalı, din de... Siyaset salt kuru bir vatan-millet edebiyatıyla, Mustafa Kemal heykelleri ve 10. Yıl Marşlarıyla olmuyor; o zaman Tanrıyı da yardıma çağırmak gerek...

AKP ve İslam kardeşliği masalları

Sorunları çözmesini bilmeyenler, başlarına yeni sorunlar sararlar. Çözüm için yanlış yöntemlere başvuranlar, yanlış araçlara el atanlar, bir süre sonra bu yanlış yöntem ve araçların çok daha ağır bedelleriyle karşılaşırlar. Dini siyasetin emrine koşmak da böylesine yanlış bir yöntemdir işte. En azından çağımızda.

Bir önceki yazımda da değinmiştim. Geçmişte hem tek tek ülkeler, hem de dünyanın en güçlüsü ABD, şu veya bu türden rakipleriyle, sistem karşıtlarıyla mücadele için dini bir araç olarak kullandılar. Sosyalizme karşı Atlantik’ten Hindistan’a kadar Müslüman ülkelerde oluşturulmak istenen “Yeşil Kuşak” böylesi bir politikanın ürünüydü. Sonuç ne oldu? Belki Sovyetler’in ve öteki sosyalist rejimlerin çökmesinde bunun da payı oldu; ama bu, dünyamıza ve bu yönteme başvuran ülkelere umulanı getirdi mi?

Kanımca dünyamız şimdi Sovyet sisteminin çökmesi nedeniyle daha iyi bir yerde değil. Eğer barış içinde bir arada yaşama politikası izlense, silahlanma yarışı  ve yıkıcı soğuk savaş sürdürülmese büyük ihtimalle sosyalist sistem ekonomik ve sosyal olarak daha da gelişmiş, demokratikleşmiş ve yaşıyor olacaktı. Bu ise dünya için bir kayıp olmazdı. Ama şimdi, radikal İslamı besleyip kışkırtmanın sonucu olarak ABD ve yandaşlarının karşısına Taliban ve İran rejimi, El kaide, Hizbullah, Hamas gibi güçler çıktı; Suudi Arabistan ve benzerleri varlıklarını sürdürmekteler. Bu radikal İslamcı kesimlerden kaynaklanan terör hem dünyayı tehdit etmekte, hem de bizzat bu Müslüman ülkeleri yaşanmaz hale getirmekte. Dünyamız 20-30 yıl önce böylesi bir bela ile yüz yüze değildi.

Bu, din konusunda uluslararası ölçekte izlenen yanlış politikanın ürünüdür. Tek tek ülkelere gelirsek durum farklı değil.

Örneğin İran’da Şahlık rejimi, solu ve tüm demokrasi güçlerini ezerek, tüm muhalefet kanallarını tıkayarak bir tek camiye yolu açık bıraktı. İnsanlar varsın dine sığınsınlar, dinle oyalansınlar, oradan zarar gelmez diye düşündü. Ne var ki sisteme karşı muhalefet tam da burada kendisine kanal buldu ve din adamlarının öncülüğünde oradan patlak verdi, Şahı ve rejimini silip süpürdü.

Ama bununla İran’a daha iyi bir sistem geldi mi? Gelmedi elbet. Gelen gideni zamanla aratır oldu. Aynen Talibanların, ve El Kaide’nin Afganistan’da, krallık dönemi dahil, daha önceki herkesi aratması gibi. Hamas’ın ve Lübnan Hizbullahı’nın El Fetih’i aratması gibi...

Türkiye’de de hem sağ partiler hem askeri cuntalar solla, demokratik güçlerle ve Kürt ulusal hareketiyle başa çıkmak için hep dinden, İslami hareketten yararlanmaya çalıştılar ve bir yandan ırkçılığı, diğer yandan dinci hareketi kendi elleriyle örgütleyip, besleyip kışkırttılar. Ama ırkçılığın bu ülkede yol açtığı tahribat bir yana, radikal İslamcı hareketlerin etkileri de ortada. Günü gelince “İrtica en büyük tehlike!” diyenler yine, islamcı akımı kullanmış, kışkırtmış olan bu çevrelerin kendileri oldu.

Hem ülkenin emekçilerine, aydınlara, hem Kürt halkına, Alevilere, azınlıklara hak ve özgürlük tanımaya bir türlü yanaşmayan, böylece çağdaş, AB standartlarında demokratik bir toplumun oluşmasını engelleyen rejim, sonunda vara vara önce bir RP sonra da AKP iktidarına vardı.

Rejim şimdi de Kürt sorununun çözümünde yine eski beylik, yani yanlış yöntemleri deniyor. Bir yandan top ve tüfek, diğer yandan zorla asimilasyon... Ve yine bir geçer akçe sanılan din...

Böyle düşünenler arasında bizzat AKP’nin kendisi ve yandaşları var. Son dönemde İslami medyada Kürtlere yönelik “din kardeşliği” vaazları oldukça yaygın. Kürtlere biraz daha yumuşak yanaşıyor görünen AKP sözcüleri, ülkenin birliği, milletin beraberliği için din sakızının çok daha etkili olduğunu dile getiriyorlar. İslami dünya görüşü ve iane politikasıyla AKP’nin buna en uygun örgüt olduğunu söylüyorlar. Bu nedenle AKP Kürtlerin de partisi oluyormuş... İslam kardeşliği masalı Kemalizm ajitasyonundan daha etkiliymiş... Kürt milliyetçiliğinin hakkından bu gelirmiş... Zaten Kürtler fazla şey istememektelermiş; ne ayrı devlet, ne federasyon, ne otonomi... Birazcık kültürel haklar verilirse, isimleri ve türküleri serbest bırakılırsa, çok çok Kürtçe bir seçmeli ders olur, bir TV kanalı Kürtçe yayın yapar, bir Kürt enstitüsü açılırsa sorun bitermiş!..

Bu kişiler Kürtleri herhalde ya mendiline üç-beş kuruş atılınca “Allah razı olsun!” diye kendilerine dua edecek cami kapısındaki dilenci, ya da düpedüz aptal ve onursuz sanıyorlar.

Ne var ki tam tersine, Kürt sorununu bu biçimde çözebileceklerini sananların kendileri, eğer hinoğluhin değillerse düpedüz aptallar.

Kürt ulusal mücadelesine karşı dini bir araç olarak kullanmak isteyenler yalnızca bu tatlı dilli İslamcılar değil elbette. Yıllardır bir yandan şu kirli savaşı yürüten, bir yandan da “irtica ile savaş” edebiyatı yapan laiklik şampiyonu generaller de, bu işe kafa yoruyorlar. Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un son dönemde medyaya yansıyan kimi sözleri bu bakımdan pek ilginçti. Başbuğ, terörle mücadelede imamların büyük katkısı olabileceğini söylemişti.

Bu tür imamlardan beklenen elbet, Kürtlerin bu devlete itaati, baş eğmesi yönündeki vaazları bir Müslümanlık sosuna batırarak sunmak... Türkiye’yi yönetenlerin askeri-siviliyle çözümden anladığı bu: Ya Kürtleri top tüfekle sindirmek, ya hile ve oyunla aldatmak; olmadı, din afyonuyla uyuşturmak...

Kürtler “İslam kardeşliği” masallarının ne denli boş ve işe yaramaz olduğunu yaşadıkları bunca deneyimle çok iyi biliyorlar. Kürtler kendilerine bütün bu ayrımcılığı, zulmü reva görenlerin Merih’ten veya Okyanus’un öte yakasından gelmediğini, bizzat kendi “müslüman komşuları” olduğunu biliyorlar. Kürtler, bu tür kardeşlik masallarının köprüyü geçinceye kadar anlatıldığının, daha sonra ise bu vaazları verenlerin başlarına bomba yağdırdığının da farkındalar. Humeyni de aynen böyle yapmıştı. Önce “Müslüman kardeş” Kürtlere hak ve özgürlük vaat etmiş, Şah’ın yerine geçtikten sonra ise İran’ın askeri birliklerini onların üzerine sürmekte en ufak tereddüt göstermemişti.

Ya şu anda Irak’ta, daha yerlerini sağlamlaştırmadan, Yeni Irak anayasasını bile bir yana atıp Saddam Hüseyin’in politikalarına dönmeye heveslenen dinciler, Maliki ve benzerleri?..

Bu örnekler de gösteriyor ki ülkemizi aralarında bölüşenler Kemalisti, Baasçısı, Şahçısı ve İslamcısıyla, Kürt sorununda aynı yolun yolcuları, aralarında bir fark yok. Bize kırk katırla kırk satırdan birini tercih etmeyi bırakıyorlar.

Bilinçli, aklı başında her Kürdün, solcu, liberal ya da dindar olsun, bu tür vaazlara karnı toktur. Bize İslami veya başka tür bir kardeşlikten söz edenler, bunu bıraksınlar da haklarımızı teslim etsinler.

Biz de her halk gibi. kendi ülkemizde özgür yaşamak istiyoruz. Zulüm görmeden, horlanmadan, ikinci sınıf vatandaş ya da dilenci muamelesine uğramadan...

Biz de her halk gibi, ülkemizin kaynaklarının ülkemizin ekonomik ve sosyal gelişmesi için kullanılmasını istiyoruz.

Biz de her halk gibi kendi dilimizi, kültürümüzü sınırsız, engelsiz yaşamak, geliştirmek istiyoruz.

Biz de her halk gibi kendi ülkemizi kendi elimizle yönetmek istiyoruz.

Kısacası çağdaş, özgür, demokratik bir yaşam istiyoruz.

Bunun Müslüman olup olmamakla bir ilgisi yoktur. Biz insanız, bir halkız ve her insan ve her halk gibi bu haklar hakkımızdır.

Komşularımız, ister Müslüman olsunlar ister olmasınlar, ister Türk, Arap, Fars olsunlar ister olmasınlar, onlarla eşitlik temelinde, yan yana, barış içinde, iyi komşular olarak yaşamak isteriz.

Onları seveceksek ancak böylece severiz.

Sonuç olarak diyeceğim şu ki, din Kürt sorununun çözümünde bir geçer akçe değil. Geçer akçe olan hukuktur, eşitliktir.

 Yazarın önceki yazılarından:

Ergenekon ve 33 asker
Din üzerine bir sohbet
Takke düştü, kel göründü
Türkiye sorunlarını neden çözemiyor?
Bezele de Dağlıca gibi bir provokasyon
Ergenekon ve Sol
Pirçandî û Pirsa Kurd
İçe kapanma olayı ya da kaplumbağa politikası
Kürtçe ve Türkçe yazma üzerine
Cambaza mı bakalım, hırsıza mı?
Komplolar, cinayetler, provokasyonlar… ”Devlet sırları!”
Sistemde açılan bu gedik önemlidir
Abant Platformu ve sömürgeci tezlerin yeni versiyonları
Ergenekon ve Dağlıca
”Bilgi Destek Planı” yıllardır yürürlükte..
Baskın Hoca’nın genellemeleri…
Bu nasıl bir ülkedir?
Umut ne AKP’de, ne Kemalizmde
AKP’nin “çözüm” paketi ve GAP
Kürt sorununda ekonomi ve siyasetin bağı
Sabancı Cinayeti’nin belgeleri de ortaya dökülürken...
AKP değişimin partisi değil
Eski film yeniden gösterimde mi?
Kedinin boynuna çanı kim takacak?
Ülkeyi batağa sokanlardan çözüm beklenemez
Yeni bir halk hareketine
gerek var
Canım tepki göstermek istemiyor
Sadun Hoca ve Hasretyan
Geçmiş olsun Sırp yoldaşlar!
Aslan Asker Şwayk ”Panodaki Şiir”e Karşı!
Türban ve laiklik üzerine
Ergenekon ve Türk medyasının çözülen dili
Düzenli köşe yazılarıma son verirken…
Hrant Dink’i anarken
AKP sistemle kaynaşırken..
Sekiz asker, bomba olayı ve Erdoğan…
Tarih, akıl ve ahmaklık üzerine
Kandil Operasyonu; hedefler, sonuçlar
Kürtlerin temsil sorunu
Sabah’taki söyleşi, DTP ve temsil sorunu üzerine
Oyunun yeni perdesi ve değişen taktikler
DTP’ye yönelik kapatma davası
Bush-Erdoğan görüşmesi ne sonuç verdi?
Militarizm Türkiye’yi teslim almak istiyor
Katil kim?.
PKK’nın silah bırakmasına veya yeni bir ateşkese karşıyım!
Bu çılgınlıkla nereye?..
Nasıl bir anayasa? – 3
Militarizm barışa, demokrasiye, gelişmeye engel
Türkiye Malezya olur mu? Keşke olabilse!
Nasıl bir anayasa? – 2 Kemalizm ayak bağı oldu
Nasıl bir anayasa?
Bir genel af  ”PKK sorununu” bitirir mi?
DTP’nin temel yanlışı ne?
Yedi kızın acı öyküsü Yaşamadan Öldüler
Yakın tarihe kısa bir gezinti
Kürdistan gerçeği, Kürt ulusal sorunu ve onurlu tavır
Türk dış politikasının rüşvetleri…
Yezidi Kürtlere yapılan saldırı
Türk Parlamentosu ve Kürtler
Seçimlerde Türkiye solu, Kürt Ulusal hareketi
22 Temmuz Seçimleri üzerine
Orman yangınları kimin işi?
Dink Davası ve Sivas
Bir mum yakmaya devam…
Kuzeyde bir hafta
Norveç sınırı, Laponlar, beyaz geceler…
Darbe ayağa düştü
Darbe planı işlemekte
Barzani “PKK terörü”nü destekliyor mu?
Hükümet gerçekleri halka anlatmalı
Sayın Sezer, nereden nereye!
Son terör eylemlerinin ardında kimlerin eli  var?
Sistem ne laik ne demokrat
“Dil Devrimi” ve “Güneş Dil Teorisi” komedisi
“Türk Tarih Tezi” komedisi
Paşalar Cumhuriyeti, berdevam mı?.
Kürt Dili nasıl kurtulur?
Türk medyası ya da Yalancı Çoban
General, istifa et!
Heyy, orada bir Müslüman yok mu?!.
Irkçı görüşlerin temeli yalan ve safsata-2
Türk-İslam sentezi ve Kürtler, Aleviler...
Irkçı görüşlerin temeli yalan ve safsata-1
Kim olursa olsun!
“Bu ırkçılık nerden çıktı?!”
Aman, 301’i değiştirmeyin!
Yanlışta direnenler, Sopayı çözüm sananlar...
“Halkın oyları” ve çıkar yol
Türkiye batağa nasıl saplandı..
Kerkük Kürdistan’a katılırsa...
Gerçek katil kim?
Ankara Konferansı üzerine
AB’ye sırtını dönen Türkiye’de Savaş hazırlığı mı, blöf mü?
Saddam cezasını buldu
Çıkara dayalı yanlış hesaplar
AB’nin son kararı üzerine
Baker Raporu ölü mü doğdu?
PKK neden taktik değiştirdi?
İlkesizlik ve Irak’ta çözüm
Bir kez daha Ermeni sorunu üzerine
Değişime direnen Türkiye
Sel, yangın vb. “doğal felaketler” üzerine..
Kürdistan, zenginlik içinde yoksul ülke..
Bir şarkı, bir şiir
Fransız Parlamentosu’nun kararı Ve Cezayir..
En büyük devletsiz ulus..
Oyunu gerçek sanmak-2
Oyunu gerçek sanmak.. (1)
Ana-babalar kirli savaşı sorgulamalı
Linç salgını yayılırken…
Lübnan’dan uzak dur, Kürdistan’a hücum!..
Uygarlıklar Savaşı mı?
Türkiye’nin Kerkük Sorunu!
Halkı yalanla besleyen rejimler…
Irak’ı bekleyen: Ya üçlü konfederasyon, ya üç ayrı devlet
Bölgemizde ve Dünyada barış ve istikrar için..
Statükonun yıkımına kim ağlar?
Terör ve PKK bahane, Hedefler çok başka…
Hürriyet’in tehlike çanları!
Kırk katır mı, kırk satır mı?..
Demirel, Çiller, Ağar, Güreş… Bunlar tanık mı, sanık mı?.
Şemdin’in yakalanması, destanlar, balonlar…
Başı türbanlı bir kadın neden cumhurbaşkanı olmasın?..
Çetelerle mücadelede hükümete destek vermeli
Ülkeyi esir alan ahtapot...
Sular ısınırken...
”Sanki herkes kör, herkes zincirlerle bağlı…”
Bu bir darbe değil mi?
Terör ne, terörizm ne?
TBMM Başkanı Arınç’ın kunuşması ve demokrasi üzerine..
Şemdinli’deki askeri yığınak neyin nesi?..
Rejimin Kürt halkına topyekün saldırısı
Baş terörist kim, PKK mı, Türk devleti mi?
Önyargı, tutku ve akıl...
Derin devlet oyununda Rejisör, figüran ve seyirci…
Suç ve Ceza
Yine bir şeyler dönüyor…
Sistem çürümüş, dökülüyor
Irak’ta iç savaş kaygısı ve kendi kendine gelin güvey olanlar..
ŞOVENİZMİN ESİR ALDIĞI BEYİNLER (*)
At izi it izine karışırken..
HAMAS ve PKK…

Sağduyu ve hoşgörü gerekli
Şemdinli’nin üstü örtülüyor
Adalet mi rezalet mi?.
Genelkurmay Gladyosuna sahip çıktı!
Türk Gladyosu tasfiye edilmedikçe…
Yalancının mumu yatsıya kadar yanar
“Demokratik Cumhuriyet”in patenti Bay Öcalan’ın mı?
Türk rejimi neden Apo´ya sarıldı?
Kürt sorununa çözüm çeşitlemeleri üzerine…
Türkiye Kürtler konusunda İran’ın bile çok gerisinde…
Erdoğan’ın Şemdinli ziyareti ve alt kimlik-üst kimlik üzerine
Paris olayları ve küreselleşme üzerine
Olaylar böyle mi aydınlanacak?
Şemdinli bir fırsattır
Bu nasıl bir ilerleme?

Değişimi anlamak ve Kürt sorununda akılcı çözüm
Bilimsiz üniversite, hukuksuz adliye..
Türkiye’nin AB üyeliği ne Sevr’dir, ne de Lozan…
AB ile müzakereler başlarken umutlar - kaygılar...
3 Ekim bir dönüm noktası olacak
Sevgisiz bir ülke..
“Demokrat, özgür ve çağdaş Kürtlerin sesi…”
Provokasyon dumanları…
Asıl ölüm susmaktır
PKK’yı muhatap yapan kim?
Erdoğan’ın son tavrı
Doğu Kürdistan’daki son gelişmeler üzerine
Kürtçe şu anda zincirlerle bağlı
Öcalan İmralı´dan alınmalı
Derin Devlet ve PKK el ele..
Bir kez daha terör ve uluslararası sorunlar üzerine
Bir toplum nasıl kandırılır?
Bazı dostların ardından
AKP Alevileri yok sayıyor
ÇIKAR YOL - III Buyrun, örgüt de var, iş de!
Erdoğan’ın ABD gezisi: Türk tarafı için düş kırıklığıürk tarafı için düş kırıklığı
ÇIKAR YOL – II Teslimiyete karşı ulusal seçenek
Fransız Referandumu üzerine düşünceler

ÇIKAR YOL - I En başta umut gerekli
İşe yaramaz bir karar…
NE DEĞİŞMİŞ?.
Soykırım ve Yüzyıllık Nazizm
Kendi ordusunun işgali altında…
Türkiye’nin Kürt Politikası: Döverek Islah..
PKK’yı kim çözsün?.
Dün cami, bugün bayrak…
İstanbul sorunu artık Kürdistan sorunudur
Ermeni Soykırımı ve Orhan Pamuk Olayı
Bir kez daha laiklik sorunu ve Aleviler konusu
Ş I M A R I K…
Kürt Devleti ve Deli Dumrullar…
Dezînformasyon û Prowokasyon

Derin Devlet Tiyatrosunda Kürtler ve Türkler...

 
 
PSK Bulten © 2008