PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Fransız Referandumu üzerine düşünceler

Kemal Burkay

29 Mayısta yapılan referandumda Fransızlar, Devlet Başkanı Chirac’ın evet oyu vermeleri için gösterdiği tüm çabaya rağmen, yeni AB Anayasası’na hayır dediler. Bu anayasa AB’ye birlik ve kaynaşma yönünde daha ileri bir statü veriyor, politika belirlemeyi, karar almayı ve yürütmeyi kolaylaştırıyordu. Örneğin AB’nin bir ortak dışişleri bakanı olacaktı.

Hayır oyları oranı yüzde 55 dolayında. Referandum öncesi ve sonrası bu konu basında birhayli tartışıldı. Fransızların hayır demelerine bir dizi nedenin yol açtığı anlaşılıyor. Le Pen’in partisi gibi yabancı karşıtı, aşırı sağcı partilerin hayır oyu vermeleri doğaldı. Bu tür partiler zaten başından beri, ulusal sınırları esnettiği, egemenliğin bölüşülmesine yol açtığı ve benzeri nedenlerle AB’ye karşıydılar. Bunlar ulusların kaynaşmasından ürken ve statükoyu korumak isteyen bir anlayış taşıyorlar.

İşin ilginci, kendilerini marksist diye niteleyen kimi radikal sol partilerin de öteden beri Avrupa Birliği’ne tavırlı olmaları. Bunlar da AB’yi hep sermayenin genişleme eğiliminin bir ürünü olarak gördüler ve kapitalizme karşı çıkma, emeğin çıkarlarını savunma adına bu tavrı benimsediler. Ne var ki sonuçta, istemeyerek de olsa, ırkçı, şoven, yabancı düşmanı kesimlerle yan yana düştüler.

Bu referandumda da, her iki kesim, elbet yine hayır oyu verdiler. Ama bunların oy oranının böyle bir ağırlığı yok. Bu kez  çok daha geniş toplum kesimleri ve çok daha farklı nedenlerle söz konusu anayasaya hayır dediler.

Bunlar arasında seçmenlerin yaşamına yansıyan ekonomik etkenler oldukça  önem taşıyor. Son yıllarda Fransa’da işsizlik arttı. Avrupa para birimine, Evroya geçildikten sonra birçok ülkede hayat pahalılığı yaşandı, özellikle ücretlilerin satın alma gücü düştü. Yeni on üyeyi içine alan son genişleme halkası, refahı başkalarıyla paylaşmaya pek de gönüllü olmayan kesimlerin tepkisini arttırdı. Özellikle işçiler, söz konusu ülkelerden gelecek ucuz ve taze işgücü nedeniyle kendi işlerini yitirme kaygısını taşıyorlar. Bu on üye kadar bir nüfusa sahip olan ve AB’ye en az söz konusu on üyenin toplamı kadar mali külfet yükleyecek olan Türkiye’nin üyeliği ise, genişlemeden duyulan kaygıları arttırdı. Ama Türkiye, bunun yanısıra, halkının ezici çoğunluğu Müslüman bir ülke olarak, farklı dini inancı, kültürüyle, özellikle de radikal İslamın dünyayı teröre boğduğu şu dönemde Fransızların –ve elbet öteki Avrupalıların- gündeminde. Referandum sırasında Türkiye’nin adaylığının o denli tartışma konusu olması boşuna değil.

Böylece, Fransız seçmeninin tutumuna yön veren bizzat kendi hayatına ve geleceğine yönelik kaygılar oldu. Bunun yanısıra elbet toplumun bütününü, Fransa’yı ilgilendiren, ideolojik sayılabilecek kaygılar da var. Radikal sağla solun baştan beri süre gelen tutumunda bu var ve bundan yukarda söz ettik. Her değişim, her yeni adım, sonuçta olumlu şeyler getirse bile, insanlar onu belli kaygı ve kuşkularla karşılarlar.

Son referandumda hayır oyunun ağırlık kazanmasında, AB Anayasası ile atılan yeni adımların ne getirip ne götüreceğine ilişkin kuşku ve kaygıların önemli bir payı olduğunu düşünebiliriz. Böylece Fransa bu değişime henüz hazır olmadığını gösterdi.

Elbet bu salt Fransa’ya özgü değil. Nitekim Fransa’nın hemen ardından Hollanda seçmeni de 1 Haziran’da yapılan referandumda, yüzde 62 gibi daha büyük bir oranla hayır oyu verdi. Hollanda’da referandumu etkileyen nedenler Fransa’dakinin tıpkısı olmayabilir. Sanırım Hollanda’da, küçük bir ülke olmasının yarattığı endişeler, örneğin kimliğini, değerlerini koruma kaygısı daha ağır basan bir etkendi. Sonuç olarak Hollanda halkı da böylesi bir değişime, adeta bir Avrupa federalizmine doğru bu hızlı gidişe, henüz hazır olmadığını gösterdi.

Benzer kaygı ve endişeler aynı oranda olmasa bile başka ülkelerde de yaşanıyor. Örneğin Türkiye’nin üyeliğine karşı Almanya’da güçlü bir tepki var.

Ben kişi olarak, her şeye rağmen, evet oyu verilmesi yanlısıydım ve bunu AB, aynı zamanda dünyamız için yeni, tarihsel, olumlu bir adım olarak düşünüyordum.

Öte yandan, hayır oyu veren kesimlerin kaygılarını da anlıyorum ve bazı konularda onlara hak veriyorum. Örneğin, sosyal demokratların önemli bir kesimi dahil, sol partiler, sendikalar, gençler olup bitenlere öfke duyarken haksız değiller. AB hem genişlerken, hem de yeni Anayasa ile mevcudun kaynaşması, birliğin güçlendirilmesi yönünde yeni adımlar atarken, bence de asıl olarak sermayenin çıkarlarını önde tutuyor ve emekçi kesimlerin durumunu o kadar da önemsemiyor.

Ekonomik liberalizme, diğer adıyla serbest piyasa ekonomisine övgü düzmek son yılların modası oldu; sosyalist görünmek, sosyalizmden söz etmek ise nerdeyse bir suç! Sosyalist ülkeler, çeşitli nedenlerle sosyalizmin kuruluşunda başarısız olup sistem çökünce, Kapitalist ülkeleri yönetenlere –sosyal demokrat yönetimler dahil- gün doğdu ve herhangi bir kaygı ve endişe duymadan sosyal hakları budamaya koyuldular.

Şimdi her ülke serbest rekabette ötekilere güç yetirmek, öne geçmek için sermayenin çıkarlarını kolluyor, bu ise işsizliği kışkırtıyor ve işi olan emekçilerin durumunu da olumsuz etkiliyor. Bunun sonucu belki daha ucuza ve daha çok mal üretiliyor, ülkenin ihracatı artıyor ve sermaye birikimi hızlanıyor; ama bu, yoksul ve emekçi halkın yaşamına olumlu biçimde yansımıyor. İşsizler iş bulamazken, işi olanlar da habire işlerini yitiriyor. Birçok ülkede, bütçeleri denkleştirebilmek için sağlık, eğitim gibi temel hizmet alanlarından kısmak en kolay ve çıkar yol görülüyor.

Eğitimin kendisi nitelik yitiriyor, insan nerdeyse bir amaç olmaktan çıkıyor, reklam bombardımanlarının hedefi bir tüketiciye dönüşüyor. En başta çocuklar ve gençler.. Onların iyi yetişmesi amaç olmaktan çıkıyor. Onların iyi kitaplar okuması, ruhsal olarak donanması; sanatı, doğayı ve insanları sevmesi; öteki insanlarla uyum içinde yaşaması; böylesine ileri, barışçı bir kültür kimsenin umurunda değil. Şirketler, örneğin şiddeti özendiren iğrenç bilgisayar oyunlarını çocuklara satabilmek için yarışıyorlar.  İşsizlik, amaçsızlık, geleceğe güvensizlik Avrupa’nın en uygar, en barışçı ülkelerinde bile artık ürkütücü sorunlara, hızla yayılan bir kriminaliteye yol açıyor.

Demokratik hak ve özgürlükleri geniş biçimde kapsadığı ileri sürülen siyasi liberalizme gelince.. Avrupa’nın bu konuda, demokrasi ve insan hakları standartları bakımından dünya ölçüsünde en önde olduğuna kuşku yok. Ama AB genişlerken ve kaynaşma yönünde yeni adımlar atarken bu alanda acaba ne ölçüde titiz? Avrupa’yı yönetenler stratejilerini belirlerken insan haklarını ne ölçüde önemsiyorlar. Diğer bir deyişle, sözü edilen siyasi liberalizm, serbest piyasa ekonomisinin gerekleri yanında ne kadar önem taşıyor?.

Bence bu alanda, asıl belirleyici olan sermayenin çıkarları. AB doğuya doğru genişlerken de, Türkiye’yi içine almaya çalışırken de asıl gözetilen bu.

Bir kere, daha baştan şunu unutmayalım: İnsan hakları salt düşünce, söz, basın, gösteri hakkı ve benzeri siyasal haklar değil. Sosyal ve ekonomik haklar da bunun önemli bir parçası. İş bulmak, çağdaş insana yaraşır bir konutta oturmak, eğitim ve sağlık güvencesi gibi… J. P. Sartre’nin deyişiyle, “işi sabahtan akşama dek kösele delmek olan bir adamın düşünce özgürlüğünden nasıl söz edebiliriz? Onun düşünmeye vakti olmaz ki!” Ama bir de bu adamın delecek köselesi bile olmadığını, işsiz kaldığını düşünün!. (O zaman da belki sadece düşünme özgürlüğü olur!)

“Yeni Dünya Düzenleri”nden mutlu olan kapitalistler, acaba bu haklara ne kadar önem veriyorlar? Pek vermedikleri ortada. Buna karşı tepkiler, Fransız seçmenlerinin hayır oylarına da yansıyor..

Öte yandan, AB yöneticileri de dahil, ABD, Kanada ve öteki gelişkin kapitalist ülkeler, siyasal nitelikte insan hak ve özgürlüklerine, başka ülkelerdeki demokrasiye ne ölçüde önem veriyorlar? Geçmişi, Şili ve Türk darbelerini, Afganistan’da olup bitenleri, Taliban ve El Kaide türünden ucubeler yaratmaya varan Yeşil Kuşak stratejilerini bir yana bırakalım; eğer New York’un İkiz kulelerine ve Pentagon’a, yani ABD’nin harim-i ismetine yönelik 11 Eylül saldırısı olmasaydı, Ortadoğu’da diktatörlerin ve ortaçağ rejimlerinin egemen olması ABD’yi ırgalar mıydı?

AB Anayasası’ndan ve Türkiye’nin AB üyeliğinden yana olan, bu nedenle ileri görüşlü saydığımız Chirac, Schröder vb. AB ülkeleri liderleri bile, bu adımları atamıyan bir Avrupa’nın ABD ile Çin, Japonya gibi öteki uluslararası aktörlerle rekabet edemiyeceğini dile getiriyorlar. Bir başka deyişle, bu stratejinin kaygısı, insan hakları veya demokrasi değil. Öyle olmadığı içindir ki Avrupalılar Türkiye’yi AB’nin insan hakları standardına uyum sağlaması yönünde pek de zorlamıyorlar. Türkiye’nin kağıt üzerinde giriştiği üstünkörü bir takım düzenlemeleri, örneğin 20 milyonluk Kürt halkına uygun gördüğü haftada yarım saatlik televizyon yayınını, ya da ülke çapında iki-üç dil kursunu onlar da pekala yeterli sayıyorlar. Bunun için Türkiye’ye bravo der, alkış çalarken, Kürtlere de “alın bununla idare edin, düne kadar bu da yoktu, şükredin!” diyorlar.

Türkiye’deki rejimin süregelen ırkçı, baskıcı karakteri, faşist darbenin ürünü olan Anayasa ve kurumlar, süregelen ve faşizmi aratmayan uygulamalar batılı dostlarımızın pek de umurunda değil. Onlar da Türkiye’deki yöneticiler gibi, makyaj türünden bir şeyler yapılıp durumun kurtarılması ile yetiniyorlar. Çünkü Türkiye onlara “stratejik” olarak gerekli. Ucuz askeriyle, genç nüfusuyla, Ortadoğu’ya, Kafkaslara, petrol ve gaz havzalarına uzanan “köprübaşı” coğrafyasıyla onlara, daha doğrusu Avrupa kapitalizmine gerekli.

Öyle olunca, şimdilik o kadar “stratejik” düşünmeyen, uzağa bakmayan, güncel durumunu ölçü alan ve kişisel geleceğinin kaygılarıyla davranan Avrupalı emekçiler, halktan insanlar gibi biz de, AB’ye egemen olan gücün niyet ve hesaplarından kuşku duymakta haklıyız.

Yalnız kendilerini, sınıf, grup ya da ülke çıkarlarını düşünenler kısa görüşlüdürler ve dünyaya iyi bir gelecek sunamıyacakları gibi, bizzat kendilerine de sunamazlar. Sosyalizmi yıkmak için yeşil kuşaklarla, yıldız savaşlarıyla oynayan ABD’nin sonunda gelip dayandığı çıkmaz ortada. O artık tek süper güç; ama mutlu ve rahat olduğu söylenemez. ABD şu anda belki de tarihinin en güvensiz, en endişeli dönemini yaşıyor. Oysa o kadar zengin ve o kadar güçlü olacağına, daha az bir zenginlik ve güçle barışın egemen olduğu bir dünyada yaşasaydılar, Amerikan halkı da yöneticileri de çok daha mutlu olurlardı sanırım.

AB’li yöneticiler de dünyayı büyük şirketlerin gözüyle, ABD, Japonya ve Çin’le bir yarış alanı olarak düşünmeyip, asıl olarak insana yatırım yapsalar iyi olur. Bence uzun vadede en verimli yatırım da bu olacaktır. Her bakımdan özgür, kültürlü, barışsever nesiller Avrupa’nın en iyi kazanımı olacak ve asıl böyle bir Avrupa dünyaya, tüm insanlığa örnek olacaktır.

Fransa, Hollanda ve öteki Avrupa ülkelerinin yöneticileri, Fransız ve Hollanda referandumlarının sonuçlarından bu yönde dersler çıkarırlarsa kanımca, bu herkes için iyi olur. 
----------------------------------------------------
Yazarın önceki yazılarından:

ÇIKAR YOL - I En başta umut gerekli
İşe yaramaz bir karar…
NE DEĞİŞMİŞ?.
Soykırım ve Yüzyıllık Nazizm
Kendi ordusunun işgali altında…
Türkiye’nin Kürt Politikası: Döverek Islah..
PKK’yı kim çözsün?.
Dün cami, bugün bayrak…
İstanbul sorunu artık Kürdistan sorunudur
Ermeni Soykırımı ve Orhan Pamuk Olayı
Bir kez daha laiklik sorunu ve Aleviler konusu
Ş I M A R I K…
Kürt Devleti ve Deli Dumrullar…
Dezînformasyon û Prowokasyon

 
 
PSK Bulten © 2005