PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Paris olayları ve küreselleşme üzerine

Kemal Burkay

Paris’te patlak veren, günlerdir sürüp gelen ve aynı yoğunlukta olmasa da Belçika ve Almanya’ya sıçrayan olaylar, doğal olarak uluslararası ölçekte gündemin başında yer alıyor. Yorumlar ise, yine hangi cenahtan geldiğine bağlı olarak oldukça değişik.

Örneğin Fransız İçişleri Bakanı ve bu olaylarda en çok tepki çeken Sarkozy’ye bakılırsa bunu yapanlar “serseriler, bir işe yaramıyan unsurlar, pislikler” vs… Sarkozy öteden beri yabancı karşıtlığıyla tanınan, merkez sağın da biraz daha sağında bir politikacı. Önümüzdeki dönem için Cumhurbaşkanlığı’nın güçlü adaylarından. Onun böyle demesi şaşırtıcı değil; ama sorunu açıklamaya yetmiyor.  Neden Paris’in semtlerinde bunca çok “serseri” oluşmuş?.. Ve onlar neden şu dönemde bir kıvılcımla harekete geçtiler?.. Böyle bir yaklaşımla olayların yatıştırılması, bir sorun ya da sorunlar varsa, onların çözülmesi mümkün mü?

Ama Sarkozy de zaten ekonomik, sosyal, kültürel ayrım; işsizlik, dışlanma vb. türden sorunlar olduğunu kabul etmiyor. Öyle olunca “atın bunları içeri!” ve de “dışarı!” diyecek kadar öfkeli ve kestirmeden gidiyor.

Öte yandan bazı kesimler “eşitlikçi” ve “üniter” Fransa’nın, kendine özgü jakoben anlayışıyla değişik kültür ve kimlikleri (farklı dil, din vb.) görmezden geldiği, yok saydığı için bu sorunların yaşandığını söylüyorlar. İngiltere, özellikle de Amerika medyasından gelen eleştiriler içinde buna sıkça rastlanıyor. Söz konusu isyana katılanların, eğer tamamı değilse ezici çoğunluğunun, Kuzey Afrikalılar olması bu yorumların gerekçesini oluşturuyor. Bunların hem renkleri (esmer veya siyah), hem dilleri (Arapça ve Berberi), hem de dinleri (Müslüman) öz be öz Fransızlardan farklı.

Türkiye Başbakanı Erdoğan ise başlangıçta bunu tek sebebe, Fransa’da Türban’ın yasaklanmasına indirgedi ve Müslümanların tepkisi diye yorumladı. Bu beyana tepki yağınca da “tek sebep demedim, sebeplerden biri” diyerek tevil etti..

Avrupa ve Türkiye’deki bazı sol çevreler ise, sorunu asıl olarak sınıf sorununa, kapitalist sömürünün ve bu aşamada küreselleşmenin yol açtığı sonuçlara bağladılar. Gelinen durumu “Küreselleşmenin iflası” diye niteleyenler de var.

Erdoğan’ın dediklerini geçelim; çünkü kendisinden başka bu tezi ileri süren olmadı. Her konuda bilgi sahibi ve konuşması şartmış gibi davrandığı için böylesi zor durumlara düşmesi doğal. Oysa başbakan olmak kimseye böyle bir hak ve yetenek vermiyor. Ama Erdoğan, yaptığı yanlışları bazan fark edip dersler çıkaran biri, belki bundan da çıkarır..

Birçok yorumcunun da dile getirdiği gibi, sorun gerçekten karmaşık ve bu olaylara yol açan değişik etkenler söz konusu. Bunlar içinde kültürel olanlar da, sınıfsal olanlar da var; dışlanma da işsizlik de var. Fransa´nın türban konusundaki katı tutumunun da bu ülkedeki muhafazakar Müslümanları etkilemiş, kırgınlıklarına yol açmış olabileceğini hesaba katalım. Hatta Sarkozy’nin deyişiyle “serserilerin”, lumpenlerin, sokak çetelerinin de olayların patlak vermesinde ve seyrinde elbet bir payları vardır. Aynı şey olmasa bile, 1917 Ekim Devrimi sırasında Petersburg sokaklarında yürüyenler arasında sınıf dışı unsurların, serserilerin ve fahişelerin de olduğunu hatırlayalım.. Sel geldiği zaman abur cuburu da birlikte alır sürükler.

Öte yandan, bütün bu etkenleri saymakla yetinmek, hele hele hepsine aynı önemi atfetmek sorunu anlamaya yine yetmez. Nedenler arasında temel olanları belirlemek, onların kaynaklarına inmek gereklidir.

Bugün Fransa’da karşımıza çıkan bu göçmen ayaklanması ile, 20. Yüzyılın 2. yarısında Amerika’da yaşanan siyah derililerin eylemleri, bir başka deyişle, onların isyanı arasında bir benzerlik kurmak mümkündür. Onlar, başlangıçta pamuk plantasyonlarında ve diğer tarım işlerinde çalıştırılmak üzere Afrika’dan Amerika’ya taşınan siyahlardı; Afrika’da tutsak edilip Amerika’da köleleştirildiler. Özgürlük mücadeleleri daha eskiye gider. Sanayileşmeyle birlikte özgür emeğe doğan ihtiyaç nedeniyle, sanayici Kuzey’in girişimiyle ve 1860’lı yıllardaki zorlu bir iç savaştan sonra kölelik kaldırıldı. Ama bununla siyahların özgürleşmesi, beyazlarla eşit konuma gelmesi her bakımdan sağlanmış olmadı. Bu mücadele Amerikan iç savaşından sonra da onyıllarca sürdü, hala da sürüyor.. Köleliğin yasal olarak kaldırılışının üzerinden yüz yıl geçtikten sonra, 1960’lı yıllarda bile siyahlar, birçok yerde beyazlarla aynı okula gidemiyor, aynı lokantada yiyemiyor, otobüste, trende yan yana oturamıyorlardı. Bunları aşmak da ancak uzun direnişlerle mümkün oldu. Ku Kluks Klan gibi ırkçı terör örgütleri onlara yönelik yargısız infazlar düzenlerken, onlar da zaman zaman sokaklara inip, kırıp döktüler. Onların New York’ta ve yoğun olarak yaşadıkları daha birçok kentte hala Harlem gibi getoları var. İşsizlerin ve yoksulların oranı onlar arasında daha yüksek; suç ve şiddet oranı da…

Elbet Amerika’da siyahların durumu günümüzde 40-50 yıl öncesi gibi değil. Bir bakıma uyum yolunda bir eşik daha aşıldı. Amerika’daki siyah-beyaz çelişkisi, aynı zamanda köle-efendi çelişkisiydi. Bu çelişki Amerikan toplumunun modernleşme sürecinde önce 1860’lı yıllardaki iç savaşla, daha sonra da 1960’lı yıllardaki direnişlerle önemli ölçüde çözüldü. Tümüyle ortadan silinmesi ise Amerikan toplumundaki daha adil, daha çağdaş toplumsal gelişmelere bağlı.

Paris’i çevreleyen çoğu Kuzey Afrikalı ve Müslüman göçmen kuşağına gelince, bunlar Afrika’dan zorla getirilen köleler değiller; ama bugün yüz yüze kalınan durum sömürgeciliğin bir sonucu, ürünüdür. Önce Avrupalılar, yani beyazlar, Amerika’yı, Afrika’yı, Ortadoğu’yu, Asya´nın büyük bölümünü ve Okyanus adalarını sömürgeleştirdiler, oralarda koloniler kurdular. Günü geldi sömürge sistemi çöktü ve beyazlar için, eğer Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda´da olduğu gibi, orayı tamamen ya da büyük ölçüde yerli halklardan temizlememişlerse, oralardan geri dönüş süreci başladı. Hindistan’dan, Pakistan’dan, Çin ve Filipinler´den, Ortadoğu ve Afrika’dan... Beyazlar kendileri dönmekle kalmadılar, yerlilerin de bir bölümünü, önce hizmetçi, daha sonra işçi ve zaman zaman politik mülteci olarak birlikte taşıdılar. Onların bir bölümüne ihtiyaçları vardı, bir bölümüne de -sosyalist sistemle rekabet içinde- göz yumdular.

Böylece sömürgelerden ve geri kalmış ülkelerden Avrupa’ya tersine bir göç yaşandı. Yeni gelenler renkleriyle, dilleriyle, dinleriyle, kültürleri ve yaşam tarzlarıyla Avrupalılardan elbet farklıydılar. Zamanla dili öğrenseler de din ve yaşam tarzı kolay değişmiyor; hele renkler hiç değişmiyor, ya da kuzey ikliminde biraz açılması için bile yüzyıllar gerekli.. Öyle olunca da ister istemez uyumsuzluk sorunları yaşandı; “öteki” oldular, dışlandılar, getolar oluştu. Onlara karşı bazan açık, bazan gizli bir ırkçılık görüldü. Bu iş hayatına yansıdı. Yoksulluk ve uyum güçlükleri göçmenlerin eğitim düzeyinin görece düşüklüğüne yol açtı, bu ise aradaki mesafeyi daha da büyüttü.

Fransa’da çalışma hayatına ilişkin istatistikler bu bakımdan çarpıcıdır: İşsizlik oranı genel olarak yüzde 10 iken, gençler arasında bu oran yüzde 21’e ulaşıyor. Müslüman gençler arasında ise yüzde 40-50’ye!

Fransa’da 2004 yılında yapılan bir araştırmaya göre bildik Hıristiyan Fransız adlarıyla başvuranların yüzde 75’i iş görüşmelerine çağrılırken, Cezayirli veya Arap adlarıyla başvuranların ancak yüzde 14’ü çağrılmış.

Bu durum salt Paris’e ve Fransa’ya özgü değil; benzer bir durum, aynı yoğunluk ve şiddette olmasa bile, birçok Avrupa ülkesinde ve birçok büyük kentte yaşanıyor ve örneğin Kürtler, Türkler, Pakistanlılar da bununla yüzyüze. Ayrımcılık salt iş hayatına özgü değil, konut bulmada da benzer bir sorun yaşanıyor. Birçok büyük kentin banliyölerinde, Paris gibi Londra, Berlin, Amsterdam ve Stokholm’de, yerliler “yabancıların” yoğunlaştığı semtleri terk ederken, yerlilerin oturduğu daha bakımlı semtlerde yabancıların kiralık ev bulmaları da, hem gelir düzeyi farkı, hem de ev sahiplerinin ve ilgili kurumların çıkardıkları zorluklar nedeniyle oldukça zor. Böylece bir ayrışma yaşanıyor ve bu getolaşmaya yol açıyor.

Bu durumun göçmenler, özellikle de göçmen gençler arasında tepkilere yol açması kaçınılmaz. Onların ikinci, ya da üçüncü kuşak göçmen çocukları ve yurttaş olmaları durumu hafifletmiyor. Aksine, toplumun dilini iyi bilen, yaşam tarzına bir ölçüde uyum sağlamış veya beyazların yaşam düzeyine özlem duyan genç esmer ya da kara derili yurttaş için bu dışlanma, işsizlik, yoksulluk, daha da gerginliğe ve sert tepkilere yol açıyor. Avrupa toplumları entegrasyonu sağlayacak yeterli ekonomik, sosyal adımları atmadıkları sürece de bu gerilim şu veya bu vesileyle yüze vuracaktır. Sorun bugün Paris’te patlak verdi, yarın başka yerde verebilir.

Ama sistemin ayrımcılığı salt göçmenlere, esmer ve kara derililere yönelik değil. Beyazlar arasında da genç işsizlerin oranı giderek yükseliyor. Bu, kapitalist sistemin bugünkü gelişme özellikleriyle doğrudan ilintili. Bilimsel ve teknolojik devrim, hızlanan otomasyon, giderek artan robot kullanımı; internetin, cep telefonunun ve benzer modern araçların toplumsal yaşama yoğun biçimde girmesi birçok alanda kitlesel işten çıkarmalara yol açıyor. Bu araçlardan her biri çoğu kez birçok işçinin işini görüyorlar. Bankomattan para çekerken veya internet yoluyla para havalesi yaparken bir bankacıya ihtiyacınız yoktur. Bunun gibi, günümüzün modern telefon, faks ve internet yoluyla haberleşme sisteminde çok sayıda  posta memur ve memurelerine ihtiyaç kalmıyor.

Serbest piyasa ekonomisinde uluslar ve şirketler arası rekabet, ucuz mal ve hizmet üretimini, az emekle çok iş çıkarmayı gerektiriyor. Bu ise giderek daha çok insanı iş hayatının dışına iten, işsiz haline getiren bir mekanizma. Bu rekabet aynı zamanda sosyal haklardan kısmayı habire zorluyor. Sistem emekçiler ve yoksullar için, sonuçta insan için oldukça acımasız. O insan ister yabancı ister yerli, ister kara ister beyaz derili olsun…

Üstelik, mevcut çelişkiden kaynaklanan tepkiler tek yönlü değil. Söz konusu ülkelerde “beyaz” ya da “yerli” kesimdeki işsizler de durumlarının kötüleşmesine neden olarak, kapitalist sistemdeki değişimden çok, artan yabancı işçi ve göçmen sayısını görüyorlar. Buna başka türden uyumsuzluk sorunları da eklenince bu kesimde de yabancı ya da göçmen düşmanlığı, yeni tür bir ırkçılık boy veriyor.

Bu ikisi birbirini etkiliyor ve çelişkiyi derinleştiriyor.

Özetle söylersek, bugün Paris’te yüze vuran, alev alan bu gerginlik, aynı zamanda kapitalizmin bugünkü aşamasının, onun çağdaş yapısının ve çelişkilerinin ürünüdür. Yukarda sözünü ettiğimiz Kuzey Amerika’daki köleci sistem de, son yüzyılların sömürgeciliği de, bugün Avrupa başkentlerini tehdit eden, yer yer yangına boğan bu yerli-yabancı, ya da yerli-göçmen çelişkisi de..

Sorunun çözümü nasıl olacak?

Kimilerine göre kapitalizm bir kez daha tıkandı, küreselleşme iflas etti. Oysa, Paris olaylarıyla patlak veren durum küreselleşmenin bir ürünü olsa bile –ki bence de öyle- ne küreselleşmenin iflası ne de kapitalizmin sonu. Küreselleşme süreci devam ediyor ve bu süreçte farklı olanlar karşılacaşacak, çelişecek, çatışacak ve bundan bir sentez çıkacak. Belki sularının rengi de farklı, kimi duru, kimi bulanık iki ırmağın buluşması gibi… Dalgalar, girdaplar oluşacak ve duru sular da bulanırken, sonra ırkmak sakinleşecek ve yeniden durulacak… Nasıl 1848 ayaklanmaları kapitalizmin sonu olmadıysa, nasıl Ekim Devrimi ve onu izleyen, dünyayı sarsan büyük değişiklikler kapitalizmin ve emperyalizmin sonu olmadıysa, Paris olayları ve benzerleri de olmayacak.

Bu türden çekişmeler küreselleşme tamamlanıncaya kadar sürecek, ki bu yol oldukça uzun. Daha sürecin başında sayılırız. Gelenleri toptan ya da büyük ölçüde geri göndermek olanaksız. Yoksul ve aşırı istikrarsız, kavgalı ülkelerden gelişkinlere doğru göç, gelişkinlerin tüm kaygı ve tedbirlerine rağmen, bundan böyle de durmayacak. Bunu ancak bugünkü geri ve kavgalı ülkelerin ekonomik ve sosyal bakımdan gelişmesi, değişmesi, barışa ve demokrasiye ulaşması önleyebilir. O zamana kadarsa, unun suyla karışması misali, birinden diğerine geçme, altüst olma hali devam edecek. Bu tam da küreselleşme sürecidir ve uzun zaman alacağı belli.

Bu süreçte diller ve dinler de karışacak ve bazıları ötekilere ağır basacak, renkler melezleşecek ve insanlar nice hırgürden sonra birarada yaşamayı, hoşgörüyü öğrenecekler. Aslında hem çekişme, hem uyum ya da entegrasyon şu anda da bir arada yaşanıyor.

Dünyanın şu andaki durumu, bir bakıma 300-400 yıl öncesi Avrupası’nın farklı boyutlarda bir görünümüdür. O dönemde avrupa feodal parçalanmışlık içinde idi. Avrupa’nun şu veya bu ülkesinde, İngiltere’de, Fransa’da, İspanya’da; onları biraz geriden izleyerek İtalya ve Almanya’da, yeni sınıf burjuvazinin desteğiyle ve kralların, ya da güçlü bir soylunun öncülüğünde ulusal devletler oluşurken feodaller de zorunlu olarak tepelendiler, onların küçük devletçikleri yok edildi, onların koyduğu gümrük duvarları kaldırıldı. Tüm ülke ya da ulus için geçerli olacak yasalar, sınırlar ve gümrük duvarları kondu. Şimdi Avrupa Birliği süreci, en başta Avrupa bakımından yeni ve geniş çapta bir değişimdir. Mevcut ulusal devletlerin sınırları kalkıyor, ortak gümrük duvarları, ortak yasalar oluşuyor. Bu iş elbet sorunsuz sancısız olmuyor; oldukça çekişmeli, zaman zaman bunalımlı ve bu son derece doğal. Ama AB´de şu anda yaşanan sorunlar da AB’nin sonu değil. AB zaman zaman ciddi krizler yaşasa da bunları atlatacak. Bu değişim süreci tarihin değişim doğrultusuna uygun ve bir bakıma kaçınılmaz.

Küreselleşme olgusu ise Avrupa bakımından olanın tüm dünyada olması demek. Bu da sancısız olmuyor elbet. Dün Doğu Avrupa ve Balkanlar’da, bugün Ortadoğu’da yaşananlar da dünya çapındaki bu değişim sürecinin yansımaları. Çetin Altan´ın deyişiyle, dünyamızın coğrafyası şu anda iki yüz dolayında devletçe parsellenmiş. Ortaçağın kralları, kontları, dükleri, markileri gibi… Gelecekte bu sınırlar kalacak mı? Ortadoğu’nun diktatörlükleri, emirlikleri, çağı dolmuş bu rejimler uzun süre ayakta kalabilirler mi? Elbette hayır. Günümüzde çanlar onlar için çalıyor ve birçokları –ki aralarında solcular da var- bunu hala anlamadılar; bu süreci durdurmak için çırpınıyorlar. Söz konusu köhne rejimlerin sahipleri için bu kaygı ve telaş doğal olsa da sol için hiç de değil.

Bu süreçte diktatörlükler, çağı dolmuş rejimler yıkılır, sınırlar değişir, ya da zamanla önemini kaybederken, o sınırlar içinde baskı altında tutulan halklar da özgürleşecektir. İnsan hakları yaygınlaşacak. Baskı altındaki etnik gruplar, uluslar da özgürleşecek. Bu, bazan birkaç bin kişilik bir etnik grup olabilir, bazan, Kürt halkı gibi, ülkesi bölünmüş ve despotça ezilen 40 milyonluk bir ulus olabilir.

Lenin’in deyişiyle, ilişkileri ve de “birlikleri” zora dayalı halklar, gönüllü olarak birleşmek için ayrılacaklar. Birleştikleri zaman ise bu, örneğin eşitlik temelinde bir federasyon, konfederasyon ya da AB türü bir birlik olacak…

Besbelli, küreselleşme sürecinin ve bu kapsamda yukarda sözü edilen değişimin kaçınılmazlığı, kapitalizmin veya şu serbest piyasa ekonomisi denen şeyin ebediliğini göstermiyor. Hayır, doğada ve toplum yaşamında hiçbir şey ebedi olmadığı gibi o da olmayacak. İnsanlığın ileriye, eşit, adil, sömürüsüz bir geleceğe yürüyüşü durmaz. Bu süreçte solun, sosyalist hareketin, kapitalist sistemin yarattığı sorunlarla cebelleşecek, insanlığı ileriye taşıyacak gerçekçi alternatif politikalarla ortaya çıkması, yeniden yükselmesi beklenmelidir. Günümüzde, sosyalist sistemin çöküşü ile kutsanan, göklere çıkarılan şu neoliberal politikaların, serbest piyasa ekonomisi denen şeyin, insanlık için yarattığı sıkıntılar ve ciddi problemlerle, kendi sol seçeneğini yaratması da bence kaçınılmaz.

Elbet, geleceğin dünyasının anahatlarının nasıl olacağını tahmin etsek bile, tek başına bu, bugünkü sorunların üstesinden gelmeye yetmez. Eğer yeniden günümüze, yaşadığımız olaylara dönersek, bugün Fransa’nın yaşadığı, yarın başka ülkelerin de yaşayabileceği söz konusu ciddi sorunlar, çelişkiler nasıl çözüm bulacak?

Besbelli elimde hazır reçeteler yok ve ben de pek çok insan gibi neler yapılabileceği konusunda düşünüyorum. Şunları diyebilirim: Bu iş öncelikle Sarkozy yöntemleriyle çözülmez! Sarkozy bir gerçekçi olmaktan çok önyargıları ve duygularıyla davranan biri. Bu duygular ise geçmişe ait. Oysa sorunlarını çözmek isteyen çağımızın insanına, hele hele ülkeleri yöneten sorumlulara hoşgörü ve sağduyu gerekli. Daha geniş bir ufuk gerekli. Bu işlerin böyle yürümeyeceğini anlamalılar.

Onlar bugüne kadar insanları, hep daha çok verimli kılınması gereken bir üretim ve tüketim aracı olarak gördüler. İşçi daha çok mal ve hizmet üretsin diye posasını çıkardılar, üretim çarkının bir dişlisine çevirdiler. İşçiden daha verimli makinaları, robotları keşfettikleri zaman ise işçiyi atıp onu yerine koymakta bir an tereddüt etmediler. İnsanı, aynı zamanda ürettikleri malı alsın diye reklam bombardımanının hedefi bir budalaya çevirdiler. O yüzden günümüz insanı, reklam furyasının, modanın bir tutsağı olmuştur. İhtiyacı olsun olmasın, elindeki parayı pazara serpiyor, vitrinlerin çekiciliğine  dayanamıyor, evini gereksiz eşyalarla, midesini gereksiz yiyecekle tıka basa dolduruyor. Gelişkin toplumun insanı evine yığdığı giyeceklerin, mutfak araçlarının pek azını kullanıyor, gardrobunda, mutfağında yığıyor, ya da çöpe atıyor. Günümüzün olağanüstü teknolojik araçları, televizyon, el telefonu ve internet daha şimdiden yığınla bağımlı ve tutsak yarattı. Bu insanlar zamanlarının büyük bölümünü ekran karşısında ya da yolda yürürken, trende otururken bile telefon ederek geçiriyorlar. Çevrede gezinti yapmıyor, dost ve yakınlarını ziyarete gitmiyor, sohbet etmiyor, düşünmüyor, kitap okumuyorlar.

Gelişkin toplumlarda şişmanlık günümüzün ciddi bir hastalığı. Bu ölçüsüz, düzensiz beslenmeden, oburluk salgınından kaynaklanıyor. Yapılan araştırmalara göre ABD halkının çöpe attığı fazla yiyeceklerle kendi nüfusu kadar (250 milyon) insan daha beslenebilir. Öte yandan Afrika, Güney Asya, Latin Amerika, Ortadoğu ve dünyamızın başka köşelerinde milyarlarca yoksul, yüzmilyonlarca aç insan var. Açlıktan, bir deri bir kemik, kırılan milyonlarca çocuk var…

Bu sistemin en iri kıyımlarının kar hırsıyla dünyayı silaha boğmalarına, doğayı kirletip dünyanın dengesini bozmalarına ise yazımı daha da uzatmamak için değinmiyorum.

Böyle bir düzen iyi sayılabilir mi? Bu düzene iyi diyenler mantıklı ve vicdanlı sayılabilir mi?

Çözümler de kanımca, ancak sistemin bu kötülüklerinin bilinmesi, iyi anlaşılmasıyla devreye girebilir. Sol buna göre kendi programını yaparken bu sistemin sahip ve sorumlularının da, işlerin böyle yürümeyeceğini fark edip kendi sistem içi reformlarını yapmaları gerekir. Elbet onların bir bütün olarak insafa gelip, hidayete erip sistemlerinden vazgeçmelerini beklemiyorum, böylesine saf ya da romantik değilim.

Yine Paris olaylarına, göçmenler sorununa, bir bütün olarak –göçmen ya da yerli- işsizlerin, yoksulların sorunlarına dönersek: Kanımca çözümlerden biri, çoktandır, AB süreci ile dev boyutlu bir barış, demokrasi ve değişim projesini hayata geçirmekte olan Avrupalıların, buna uygun olarak yabancılara, farklı renkten, inançtan ve kültürden olanlara (aslında birçoğu artık kendi vatandaşları) karşı daha toleranslı olmayı öğrenmeleri, bunu içlerine sindirmeleri gerekiyor. Kendi ülkelerinde güvenlikli, barışçı bir yaşam kurmak buna bağlı. Çok kültürlülüğe saygı, tek tek her Avrupa ülkesi için laftan çıkıp gerçeğe dönüşmeli. (Avrupalı olmaya çalışırken Kürt dilini ve kültürünü yok etmeye çalışan Türk yöneticilerin kulakları çınlasın!).

Başarılması gereken bir başka önemli reform, göçmenlere, yoksullara daha iyi eğitim olanakları sağlamak ve iş hayatında yer vermek. Ben işsizlere sadece geçimlerine yetecek bir ödentinin (işsizlik yardımı) sorun çözücü olduğunu sanmıyorum. İnsan, doğası gereği üretici bir güçtür, çalışma onun ruhsal ve bedensel sağlığı, kendine güveni için gereklidir. Yaratıcı yetenekleri böyle gelişecektir. Bu nedenle, kendisini robotlar dünyasının tutkusuna kaptırmış sistem, bu yönüyle gayri insanidir ve bu tutum sürdükçe işsizlerin sorunu çözülemiyeceği gibi, bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı, donanımlı nesiller yetiştirilemez.

Dünyamızda gelir düzeyi bakımından iki tür ve büyük çapta bir eşitsizlik yaşanıyor. Birisi zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasında, diğeri de, ister zengin, ister yoksul olsun tüm ülkelerin her birinde, alt ve üst gelir grupları arasında. Bu farklar bazan akılalmaz derecelere varıyor. Birincisini azaltmak, uluslararası ölçekte zengin ülkelerden yoksul ülkelere yönelik ciddi boyutlarda kalkınma ve gelişmeye yönelik destek projelerini hayata geçirmekle mümkün. İkincisi için de büyük ölçekte iç reformlara. Bu yapılmadıkça, işsizlik, barınma, beslenme gibi alanlarda yoksullara sağlanan yardım, hem yoksulluğu, hem de her bir ülkenin gelir dağılımı bakımından bugünkü acınası manzarayı ortadan kaldıramaz. Bugün en gelişkin ülkelerde bile yoksullarla ihtişam içinde yüzen zenginler arasındaki yaşam farkının, ortaçağın soyluları ile sefilleri arasındaki uçurumdan pek farkı yoktur. İnsanlık iyi bir düzene ulaşacaksa bunu aşmak zorunda.

Bir yandan işsizliğe, diğer yandan habire sosyal hakların kısıtlanmasına yol açan acımasız serbest piyasa kuralları, rekabet olayı böyle sürdükçe işsizlik, yoksulluk dahil, pek çok sorunun çözümü mümkün değil. Bu alanda uluslararası ölçekte yeni bir anlayış gerekiyor. Palyatif değil, yeni köklü, ciddi politikaların devreye konması gerekiyor.

Bunun başarılması, yalnızca kapitalist sistemin sorumlularının daha çağdaş, ileri görüşlü bir anlayışa varmalarıyla sağlanamaz.  Ondan da önemlisi dünya ölçüsünde solun silkinmesidir. Sol hareketin yeni ve köklü politikalara ihtiyacı var. Bu ise 19. ve 20. yüzyıllardan kalan dogmalarla, ezberlerle, şablonlarla başarılamaz. AB projesine, küreselleşmeye karşı çıkmakla, yüzyıl öncesine özgü formüllerle ve her şeye antiemperyalizm gözlüğünden bakmakla olmaz. Küreselleşmeye karşı çıkmanın bir yararı yok, bununla kimse, hiçbir güç bu süreci durduramaz. Sorun küreselleşen bir dünyada solun neler yapabileceğidir, sorunların ne olduğu ve solun bunlara nasıl çözüm getireceğidir. Sol bu işi yapabildiği oranda kitlelerin desteğini alacak, hem mevcut sistem içindeki reformları etkileyip hızlandıracak, hem de geleceğin dünyasının kurulmasında yeni ve etkin bir rol üstlenecektir.

Yazarın önceki yazılarından:

Olaylar böyle mi aydınlanacak?
Şemdinli bir fırsattır
Bu nasıl bir ilerleme?
Değişimi anlamak ve Kürt sorununda akılcı çözüm
Bilimsiz üniversite, hukuksuz adliye..
Türkiye’nin AB üyeliği ne Sevr’dir, ne de Lozan…
AB ile müzakereler başlarken umutlar - kaygılar...
3 Ekim bir dönüm noktası olacak
Sevgisiz bir ülke..
“Demokrat, özgür ve çağdaş Kürtlerin sesi…”
Provokasyon dumanları…
Asıl ölüm susmaktır
PKK’yı muhatap yapan kim?
Erdoğan’ın son tavrı
Doğu Kürdistan’daki son gelişmeler üzerine
Kürtçe şu anda zincirlerle bağlı
Öcalan İmralı´dan alınmalı
Derin Devlet ve PKK el ele..
Bir kez daha terör ve uluslararası sorunlar üzerine
Bir toplum nasıl kandırılır?
Bazı dostların ardından
AKP Alevileri yok sayıyor
ÇIKAR YOL - III Buyrun, örgüt de var, iş de!
Erdoğan’ın ABD gezisi: Türk tarafı için düş kırıklığıürk tarafı için düş kırıklığı
ÇIKAR YOL – II Teslimiyete karşı ulusal seçenek
Fransız Referandumu üzerine düşünceler

ÇIKAR YOL - I En başta umut gerekli
İşe yaramaz bir karar…
NE DEĞİŞMİŞ?.
Soykırım ve Yüzyıllık Nazizm
Kendi ordusunun işgali altında…
Türkiye’nin Kürt Politikası: Döverek Islah..
PKK’yı kim çözsün?.
Dün cami, bugün bayrak…
İstanbul sorunu artık Kürdistan sorunudur
Ermeni Soykırımı ve Orhan Pamuk Olayı
Bir kez daha laiklik sorunu ve Aleviler konusu
Ş I M A R I K…
Kürt Devleti ve Deli Dumrullar…
Dezînformasyon û Prowokasyon

Derin Devlet Tiyatrosunda Kürtler ve Türkler...

 
 
PSK Bulten © 2005