2024-03-29
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Fikret Başkaya
 
“Reel” demokrasi...
2013-02-01 11:07
Fikret Başkaya
Kelime anlamı halkın kendi kendini yönetttiği [ demos-kratos] bir rejim, halk iradesinin tecellisi demek olan demokrasi, ilk defa bir kavram ve yönetim tarzı olarak Antik Yunan’da, bundan 2500 yıl kadar önce ortaya çıktı. Daha çok Perikles döneminin rejimiydi. Eğer demokrasi halk idaresi, halkın iradesinin tecelli etmesi demekse ve halk da her zaman ve her yerde çoğunluğu oluşturuyorsa, pratik olarak orada bir oligarşinin, ayrıcalıklı bir mülk sahibi sınıfın ortaya çıkması mümkün olmazdı. Oysa bu gün demokrasinin timsâli sayılanlar da dahil, her yerde oligarşik yönetimler iktidarda... O halde bu durum nasıl açıklanabilir? Aslında demokratik denilen rejimlerin demokrasiyle bir ilgisi yok. Tam bir seçim ve temsil yanılsamasından ibaret... Dolayısıyla tanımı tersinden yeniden yapmak gerekiyor zira söylemle gerçek durum arasında bariz bir uyumsuzluk var. O halde tanımı “reel” demokrasi, yoksul çoğunluğun zengin azınlık [oligarşi] tarafından yönetimidir” şeklinde yapabiliriz. Aksi halde nerdeyse tüm “demokratik” ülkelerde nüfusun %1’nin ülke zenginliğinin [ gelirin ve servetin ] yaklaşık %30’una, %10’unun da yaklaşık %50’sine sahip olması mümkün olmazdı... Mesela Türkiye’nin en zengin adamının üç milyon yediyüz elli bin [3.750 000] asgari ücrete eşit servete sahip olması mümkün olmazdı. Zira bu ancak skandal kelimesiyle ifade edilebilecek bir durumdur.

“Batı demokrasisi” veya “temsîli demokrasi” söylemi...

Tarihte bilinen ilk “reel demokrasi” Atina demokrasisiydi. Aslında Atina demokrasisi ilginç bazı ilkelere dayanan bir doğrudan demokrasi rejimiydi ama son derece dışlayıcıydı. Nerdeyse köle sahibi ‘kısır sınıfın’ rejimiydi. Zira, köleler, azad edilmiş köleler, kadınlar, yabancılar, küçük köylüler, zanaatkârlar, ticaret erbabı sürece dahil değildi. Dönemin iki figürü Eflatun ve öğrencisi Aristo açıkça halkın sürecin dışında tutulmasından yanaydılar. Aralarında bazı görüş farkları olsa da halkın bu amaç için ehil ve yetkin olmadığı konusunda inançları tamdı. Eflatun sıradan insanların içgüdüleriyle hareket ettiklerini, karın doyurma dışında bir dertleri olmadığını, aşırı özgürlüğün tiranlığa götürdüğünü, denetimin kitle bilincini de kapsaması gerektiğini, bu bakımdan hükümetin kültür sorununu önemsemesini, yurttaşların bilincinin doğru fikirlere göre oluşturulmasını, sonuç itibariyle yönetimin filozofların işi olmasını, zira sadece onların gerekli akla ve bilgeliğe sahip olduklarını düşünüyordu.[1]

Aristo da demokrasinin “ideal yurttaşlığı” dejenere edeceğini, zira yoksulları avantajlı duruma getireceğini, dolayısıyla toplumun tamamını kapsamayacağını ileri sürüyordu. Aristo: “ Demokraside yoksullar kraldır zira çoğunlukturlar, dolayısıyla çoğunluğun iradesi yasa hükmündedir” diyordu [2]. Tiranlığa da demokrasiye de karşıydı, özgür insanların yönetmesi gerektiğini söylüyordu. Özgür insanlar dediği de nüfusun yaklaşık % 10’unu oluşturan, çalışmak zorunda olmayan özgür köle sahipleri sınıfıydı...

17 ve 18. Yüzyıllarda, özellikle de 18. Yüzyılın sonunda demokrasi kavramı yeniden ortaya çıktı. Devrimlerle Eksi Rejimler yıkılınca, bundan sonra kim yönetecek sorusu gündeme geldi. Kesin olan şey şu idi ki, artık soylular sınıfı ve kral yönetmeyecekti... O zaman geriye yönetmeye aday iki unsur kalıyordu: Burjuva sınıfı ve ezilen/sömürülen yoksul çoğunluk... Eğer yoksul çoğunluk [halk] yönetirse, bu mülk sahibi burjuva sınıfının ayrıcalıklı konumunun sonu olurdu. O halde ezilen ve sömürülen tarafın bastırılması, ezilmesi, etkisizleştirilmesi gündeme gelecekti... Ve ilk yapılan şeylerden biri grevlerin ve sendikaların yasaklanması oldu. Fransa’da devrimin beşinci yılında [1794] sol kanat etkisizleştirildi. Emekçi sınıflar lehine gerçekleştirilen sınırlı kazanımlara savaş ilan edildi. Çiftçilerin ürün fiyatları bastırıldı ve senato ve millet meclisinden oluşan iki meclisli [ bicaméral] sistem kabul edildi. Senato soylular ve zengin burjuvalardan oluşuyordu. Millet meclisinde kabul edilen yasalar senatonun onayından geçmek zorundaydı. Güçler ayrılığı ilkesinin mimarı Montesquieu, “ halk tek başına yönetmeye yetkin[ehil] değil, bu yüzden iktidarı profesyonellerin dizayn etmesi gerekir“ [3] demişti. Bu da zenginler, değilse temsilcileri yönetecek anlamına geliyordu... Bilindiği gibi, hâkim anlayış, senatoları demokrasinin “sağlıklı” işleyebilmesinin önkoşulu sayar. Oysa bunun tam tersi doğrudur... Aslında senatolar mülk sahibi burjuva sınıfının muhafız alayı işlevine koşulmuştur...

Fakat iktidarın yeni sahibi hâlâ durumdan endişeliydi ve Napoleon Bonapart’ın askeri darbesiyle tehlike bertaraf edildi. Millet meclisi kapatıldı. Sadece senato açık kaldı. Sansür ve baskı artırıldı. Artık sadece zengin burjuvaların oy ve temsil hakkı vardı. Bu parası olanın oy hakkına da sahip olduğu bir durumdu. Ya da formül: temsil=para şeklini almıştı. Bir liberal demokrasi ilkesi olan: temsil yoksa vergi de yok, yeni durumda oy yoksa vergi de yok şeklini almıştı... Fakat hâlâ aşılması gereken bir sorun vardı. Mâlûm, liberal ideoloji bir temsîli sistem öneriyordu. Ve temsîli sistem de mülk sahibi sınıflar için bir risk unsuru içeriyordu. Eğer halk mecliste çoğunluğu sağlarsa -ki, normal koşullarda sağlamaması için hiç bir neden yoktur- mülk sahibi sınıfların ayrıcalıklarını, yani mülkiyet sorununu gündeme getirebilirdi... İşte bu yüzden yukarda sözünü ettiğimiz çifte meclis [ bicamérisme veya bicaméralisme] sistemi, baskı ve sansür bu riski ortadan kaldırmak üzere devreye sokuldu...

İngiliz demokrasininin teorisyeni John Locke, “ özel mülkiyetin mutlak bir hak olduğunu, iktidarın varlık nedeninin mülkiyeti korumak olduğunu” [4,5,6,7] söylüyordu. ABD’de de anlayış farklı değildi. Dönemin hazine bakanı Alexandre Hamilton şöyle demişti: “ her toplum bir azınlık ve bir de çoğunluktan oluşur. Birinci grup zenginlerdir, ikicisi halk çoğunluğudur. Halk yaygaracı ve değişkendir, istisnai olarak mâkûl davranabilir. O halde birinci sınıfa açıkça hükümet olma yetkisi tanınmalıdır...” [8,9] Ve “gereği düşünüldü”, [yerli dedikleri] otokton Amerikalılar yeni göçmenler, okuma-yazma bilmeyenler oy kullanma hakkından mahrum edildi, yoksullara da seçim vergisi kondu. Buna bir de kaydolma zorunluluğu eklenince... artık amaç hasıl olmuştu... Tüm Amerikalıların oy hakkına sahip olması için, XX. yüzyılın ikinci yarısını beklemek gerekti... Bu gün bile “kayıt” zorunluluğundan dolayı nüfusun yaklaşık %30’unun oy kullanamadığı söyleniyor... İşte dillere destan Amerikan demokrasisi böyle bir şey... Bir fikir vermek için, senato üyelerinin yarıya yakını milyoner...

Kaleyi içerden fethetme perspektifi bir yanılsamaydı...

1948 yılında genel oy hakkı ve başka ekonomik ve sosyal haklar için Fransa’da başlayan devrim, dalga dalga tüm Avrupa’yı sarmıştı. [Şimdilerde [2011] Arap dünyasını saran devrimlerin, bazı bakımlardan 1848 Avrupa devrimlerine benzediği söylenebilir...] Gerçi devrimler her yerde kanla bastırıldı ama mücadele durmadı, genel oy hakkı mücadelesi kaldığı yerden devam etti. İşçi hareketi başarıya giden yolun, işçilerin iş yerlerinde sendikalar şeklinde örgütlenmesinden, egemen burjuva sınıfına karşı politik mücadeleyi başarıyla yürütebilmek için işçi partilerinin [sosyalist-sosyal demokrat] kurulmasından, bir de ideolojik köleliğin, gönüllü kulluğun tahribatını ortadan kaldırmak için ideolojik alana müdahale edecek gazeteler, kitaplar, dergiler, broşürler... yayınlanmasından geçtiğine karar verdi.

Örgütlenme, sendikalaşma, girişimleri şiddetle ezildi. Militan öncü işciler katledildi, işkenceye mâruz kaldılar, işsiz ve aç bırakıldılar... Velhasıl sendikaların varlığının tanınması hayli zaman ve mücadele gerektirdi. Genel oy hakkı yasağıyla da işçi partilerinin, sosyal demokrat partilerin etkinlik sağlaması zorlaştırıldı. Genel oy hakkı zorlu mücadeleler ve büyük bedeller pahasına kazanılabildi. Zaten yakın zamanlara kadar kadınlar denklemin dışındaydı...

Netice itibariyle sendikaların bürokratlaşıp, yozlaşıp, sistemin bir parcası haline geldiği, ufkunun düzen içi mücadeleyle sınırlandığı, çeşitli yöntemlerle sol siyasi partilerin etkisizleştirildiği, mücadeleyi düzen içinde kalarak sürdürme tercihi yaptığı koşullarda, artık rahatlıkla “temsîli demokrasiden”, “Batı demokrasisinden” söz edilebilirdi... İşçilere grev ve toplu sözleşme hakkının ve genel oy hakkının tanınması, bu kesimlerin tehlikeli sınıf olmaktan çıktığına kanaat getirildiğinde mümkün oldu... Adım adım işçi hareketi ve politik işçi muhalefeti burjuva düzeninin bir parçası, bir “iç muhalefet” haline getirildi ve asıl amaca yabancılaştırıldı... Daha sonra sol siyasi partilerin sistem içi örgütler haline getirilişine bir tepki olarak ortaya çıkan komünist partileri de benzer akibetten kurtulamadılar. [ Bu önemli sorunun tahliline burada girmemiz mümkün değil]. İşçi hareketinin burjuva düzenini aşmasının olmasza olmaz koşulu, radikalliğinden asla ödün vermemesine bağlıydı... Oysa düzen içi mücadeleye fit olan sol siyasi partiler, bırakın radikal bir politika yürütmeyi, burjuva hükümetlerine katılarak, halk düşmanı anti-sosyal politikaların uygulayıcısı, velhasıl suç ortağı oldular... Varlık nedenlerine ihanet ettiler. Bir bütün olarak işçi hareketi ve sol hareket, fethetmek üzere girdiği kalede rehin kalmıştı... Daha önce de defaaten yazdığım gibi, aslında “temsîli demokrasi” veya “Batı demokrasisi” denilen, gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlanmıştı... Şimdilerde “sol partilerin” mecliste çoğunluk sağlayıp iktidar olmasının artık hiç bir kıymet-i harbiyesi yok... Zira, diğer burjuva partilerinden adları dışında bir farkları kalmadı...

Oysa, ağzını açan her politikacı, her akademisyen, her gazeteci, her “konunun uzmanı”, her zengin “sanatçı”, Bu sorunların çözüm yeri parlamentodur” diyor... Oysa bu seçkin zevatın bilmediği, asla bilmek de istemeyeceği bir şey var: Kapitalizm çağında ezilen ve sömürülen sınıflar lehine elde edilmiş ne kadar kazanım varsa [ seçme ve seçilme hakkı, sekiz saatlik işgünü, çoçuk işçiliğinin yasaklanması, işssizlik yardımı, aile yardımı, vb.] hepsi parlamento dışında, işyerlerindeki, sokaklardaki, meydanlardaki, yani arazideki mücadeleler sonucu gerçekleşmiştir... Hem demokrasiyi engellemek amacıyla oluşturulmuş bir işleyişin parçası olacaksınız ve hem de ezilen ve sömürülen sınıflar lehine bir şeyler kazanmayı umacaksınız... bu mümkün değildir. Özetlemek istersek, eğer sosyal, ekonomik, politik alanda bir takım kazanımlar elde edilmişse, bunlar parlamentolar sayesinde değil, parlamentolara rağmen elde edilmiştir... Medyanın manzarasına gelince, medya artık bütünüyle mülk sahibi sınıfın tek yanlı hizmetinde bir iktidar aracına dönüşmüş bulunuyor...

Türkiye’de ne oldu? Nasıl oldu?

Yakın zamanda konunun uzmanı bir profesör, bir televizyon kanalında, “Türkiye’nin 137 yıllık demokrasi tecrübesi var” diyordu. Aslında ikiyüzlülüğü sevmeyen biri olsaydı: “Çok şükür Türkiye’nin 137 yıllık demokrasiyi engelleme deneyimi var” demesi gerekirdi... O halde şu yüzyılı aşkın “demokratikleşme” macerasının ne mene bir şey olduğu sorusuyla devam edebiliriz. Türkiye’nin “reel” demokrasi macerası Batı Avrupa’dan farklı bir rota izledi. Bu farklılık da iki nedenle açıklanabilirdi: Birincisi, Osmanlı imparatorluğunda Batı Avrupa’da olduğu gibi Eski Rejimi [Ancién Régime] tasfiye edecek bir burjuva sınıfının ortaya çıkmamasıydı [neden ortaya çıkmadığının anlaşılması önemli olmakla birlikte burada bunu açmamız mümkün değil]. Bizde, Batı’da olduğu gibi Eski Rejimin geleneksel ideolojisiyle cepheden bir hesaplaşma gerçekleşmedi. Türkiye’de ne bir aydınlanma ne de bir modernite devrimi hiçbir zaman yaşanmadı. Devlet aygıtı katında yapılan reformların, tanzimat ve islahatın asıl amacı yeni bir şey yapmak, Eskiyi tasfiye etmek değil, Eskiyi sürdürmek, ömrünü uzatmaktı. Üstelik devlet kutsal sayılırdı. Kapitalizmin azgelişmiş olmasından ötürü sistemi sarsma gücüne sahip bir işçi sınıfının olmayışı ve demokratik muhalefet zaafı, iktidarın işini kolaylaştırdı. Ve şöyle bir terslik ortaya çıktı: Devleti takviye etmek, ömrünü uzatmak amacıyla yapılan düzenlemeler, “ilericilik, demokratikleşme ve özgürlükler alanının genişlemesi” olarak sunuldu. Mesela 1876 tarihli ilk meşrutiyet anayasası sayılan Kanun-i Esasi’nin muhtevası şöyle özetlenebilirdi: Egemenlik padişahındır... Anayasa Padişahın yetkilerini kısıtlamıyor, bilakis takviye ediyordu... Kanun-i Esasi’nin 64. Maddesinde: “ Yasalar din buyruklarına [umur-u diniyeye] aykırı olamaz” deniliyor. Aslında bu Kanun-i Kadime sadık kalınacak demektir. Dolayısıyla daha baştan yeni yasanın içini boşaltıp, varlık nedenini ortadan kaldırıyordu... 46. Madde, Meclis üyelerinin padişaha bağlılık yemini etmesi hükmünü içeriyordu... Velhasıl yasanın asıl amacı demokratik haklar ve özgürlükler alanını genişletmek değil, devleti takviye etmekti. Kısaca söylersek, Kanun-i Esasi, bilinen bir anayasadan çok bir padişah fermanından ibaretti. Zaten ilân edildikten yaklaşık bir yıl sonra [ 14 Şubat 1878] bir fermanla yürürlükten kaldırılmıştı.

Kanun-i Esasi 1908 Jön Türk darbesiyle raftan indirildiğinde de amaç kutsal devleti korumaktı. 1923 yılında Cumhuriyetin ilanı, halkın dahliyle gerçekleşmedi. Öncekiler gibi tipik bir devlet manipülasyonuydu. Süreklilik söz konusuydu. 1946’da “çok partili sisteme” geçiş, genel oy ve serbest seçim hakkının tanınması, bir katılım yanılsaması yaratma amacı taşıyordu. İşleyiş, “yönetenler değişse de yönetim asla değişmemeli” niyetini ve anlayışını güvenceye alacak biçimde dizayn edilmişti... Seçimler sadece katılım yanılsaması yaratmak içindi ve parlamento hep içi boş bir kabuk olmaya devam etti. O kadarı bile yönetici sınıfı tatmin etmediğinde askeri darbeler peydahlandı... Bu gün de Türkiye’de yürürlükteki anayasa ve genel yasal// kurumsal çevrçeve ve işleyiş 12 Eylül askeri darbesinin ürünüdür... Bütün bu zaman zarfında rahatsız edici bir söylem de hep gündemdeydi: Türkiye demokratikleşiyor... Bunu kimlerin söylediği de mâlum... Sormazlar mı? Kimin gerçekten demokratikleşmeye ihtiyacı var, kimin demokratikleşmenin engellenmesinde çıkarı var diye... Şu demokrasi denilen, bir seçim oyunundan, temsil mistifikasyonundan mı ibarettir? Kullanılan oyun gerçekten bir karşılığı var mı? Şimdilerde yeni anayasa hazırlığı sürüyor. Eskiler yeni anayasa yapabilir mi? Yaparsa bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Bizzat kendisi koyu bir anti-demokratizmin ürünü olan bir meclisin çıkaracağı anayasa neye benzer? Oysa yenilik sadece bir yasanın ‘yeni’ olmasından ibaret değildir. Ancak “yeniler” tarafından yapılırsa yeni ve farklı olabilir. Kimse kendini aldatmasın, 12 Eylül’ün ürünü olan bu meclisten çıkacak bir anayasa bir tek şeye yarar: Makinayı yağlamak, egemenler blokunu oluşturan oligarşinin iktidarını takviye etmek ve seyirciyi oyalamak... daha fazlası değil... O zaman yapılacak şey belli: Temsili demokrasi denilen “reel” demokrasinin ötesine geçmek... Bunun da kimin işi olduğu mâlûm...

1. http://fr.wikipedia.org/wkiR%C3%A9publique%28Platon%29

2. http://www.stoa.org/projects/demos/articlearistotledemocracay?page=7

3. http://fr.wikipedia.org/wiki/Bicam%C3%A9risme

http://www.droit-constitutionnel.net/article/exercice-legislatif/reelle-participation-citoyen-exercice-pouvoir_402.htm

4. http://fr.wikipedia.org/wiki/House_of_Commons

5. http://reason.org/news/show/122529.html

6. http://press-pubs.uchicago.edu/founders/documents/v1ch17s5.html

7. http://nl.wikipedia.org/wiki/Algemeen_enkelvoudig_stemrecht

8. http://www.hermes-press.com/completing.htm

9. http://fr.wikipedia.org/wiki/AlexanderHamilton






Print