2024-10-05
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Latif Epözdemir
 
Tehlikenin farkında mısınız?
2013-07-09 23:22
Latif Epözdemir
latifepozdemir@gmail.com

BARIŞ VE SİLAHSIZLANMA SÜRECİNİ SÜRDÜRÜLEBİLİR KILMAK

Yıllardır kanayan bir yara haline gelmiş olan ve on binlerce insanın ölümü ile sonuçlanan TSK-PKK savaşı ,yapılan müzakereler sonucunda; gerek AK Partinin ve Başbakan Tayip Erdoğan’ın cesur adımları ve gerekse Abdullah Öcalan’ın metanetli tutumu sayesinde, ateşkes noktasına gelmiş ve son altı ayda karşılıklı olarak evlere cenazeler gelmez olmuştur. Barış ve silahsızlanma süreci olarak yorumlanabilecek bu yeni süreç, çözüme dair umutları da güçlendirmiştir. Bu yüzden parti ya da görüş farkı olmaksızın Kürt coğrafyasında halkın %95 (yüzde doksan beşi), Anadolu coğrafyasındaki halkın %60 (yüzde atmış ) a yakın bir kesimi; genel toplamda ise Türkiye halklarının %80 ( yüzde seksen) i bu yeni sürece arka çıkarak destek vermiştir.

Silahsızlanma sürecinin çözümü de gerçekleştireceğine inananların sayısı ise ne yazık ki bu yüzdelerden çok çok geride kalmaktadır. Kimi insanlar Kürt sorununu; PKK sorunu ve silahlı mücadele ile eş gördüğü için- ki yıllardır bu böyle empoze edilmişti, bu yaygın bir Türk algısıdır-silahlar susunca Kürtler de susar, Kürt sorunu diye bir sorun kalmaz diye bilmektedir.

Oysa ki Silahların bırakılması Kürt sorununun çözülmüş olduğu anlamına gelmez. Kürt sorunu ulusal bir sorundur ve ülkenin üniter yapısı ile ilgilidir.

Kürt sorunu adalet, eşitlik ve kendi kaderini özgürce belirleyebilme hakkının tanınması, bu hakkın anayasal güvence altına alınması ve bu hakkın uygulanması için gerekli değişimlerin ve olanakların sağlanması sorunudur.

Kürt sorunu self ve determinasyon sorunudur.

AK partinin barış ve çözüm süreci adını verdiği bu yeni süreç, Kürtler bakımından yeni umutlar da doğurdu. Kürt tarafındaki PKK’nin, silahlı mücadeleden vazgeçerek gerillalarını sınır dışına çekme kararı, Kürtlerin “barış ve özgürlük” adına olan özlemlerinin gerçekleşeceği sinyallerini verdi.

Yaygın Kürt algısına göre, silahlı mücadele artık Kürt hareketine zarar veriyordu. Bu nedenle silahlar bir an önce mezara gömülmeliydi. Ancak o zaman Kürt siyaseti doğru bir yörüngeye oturacak ve yaşam normalleşecekti.

Silahların susması, sevinçleri çoğalttı.

Kürt sorunu ilk kez bu denli siyasal tartışmaların odağına oturdu, çözüm konusunda çeşitli bilim ve siyaset çevrelerinde tartışmalar yapıldı.

Bu nedenle bu sürecin başlaması en çok da Kürtlerin yararına olmuştur.

Yapılan müzakereler sonunda Öcalan’ın bir demeci ile bir anda otuz yıla yakındır dökülen kan durdu, silahlar sustu. Kürtler de Türkler de rahat bir soluk aldı. Her iki coğrafyaya da yeni bir başlangıç, yeni bir bahar geldi. Halk barışa bağlı olduğunu, sonsuza dek silahlı mücadeleden yana olmadığını göstererek yeni döneme olan bağlılığını her fırsatta gösterdi.

Türklerin çoğunluk kısmı da, büyük bir olgunluk ve anlayışla Kürt sorununun bir an önce çözülmesinden yana olduğunu, kanın, göz yaşının ve acıların bir daha yaşanmamasını; ülkede adalet ve eşitlik için gerekli adımların atılmasına razı olduğunu gösterdi.

Bu da paradigmaların yıkıldığı anlamına gelmektedir.

Başbakan adına” akil insanlar” dediği heyetler seçti. Heyetler dokuzar kişiden oluşup yedi gurupta toplanmıştı. Sayın Erdoğan bu yedi ayrı heyeti yedi ayrı bölgeye göndererek yeni sürece ve çözüme dair halkın bilgilenmesini ve halkın görüşlerine başvurulmasını, kısmen de olsa sağlamış oldu.

Bu da çözüm için önemli bir girişimdi. Çözüm umutlarını güçlendiren bir hareketti.

Heyetler bölgelerinden dönerek elde ettikleri düşünce ve gözlemlerini raporlar biçiminde başbakana sundular. Raporlardan çıkan ağırlıklı sonuç Kürtlerin haklarının tanınması ve sorunun demokratik yollarla çözülmesinin gerçekleştirilmesi yönündedir.

Bu heyetlerin gezileri “yerleşik algıların” değişmesine önemli katkılar sunacaktır.

Heyetlerin gezilerinde sıkça empatiler kurulması biçiminde halkın adalet ve vicdan duygularına hitap edilerek, hoşgörü ve hakkaniyetin oluşması için çabalar geliştirildi. Kamu vicdanı sorgulandı.

Halk adalet ve eşitlikten yana olduğunu heyetlere ikrar etti.

Tüm bunlar kazasız belasız altı-yedi aylık dönem içinde gerçekleşti. Silahlar susmuş, kan durmuştu. Müzakereler devam ediyor, halk telkinlere yanıt veriyor ve süreci bozacak tavır ve davranışlardan uzak duruyordu. PKK ve AK Parti kısmen dil değiştirerek savaş dili yerine bir barış dili kullanmaya başlamıştı. Adım adım çözümün gündeme gelerek sonuçlanmaya doğru gidileceğinin sinyalleri gelmeye başlamıştı.

Kürtler nihayet kendileri için hayırlı olan bir dönem yaşamaya başladı.

İşte korkulan da buydu zaten. Tüm bu gelişmeler, bir yandan sevindiriciydi, diğer yandan da “acaba” larla doluydu. Tehdit olarak algılanmış olan Kürtler bir anda mağdur ve maküs talihli vatandaşlar olarak tanım bulurken Makbul Türklük, ayrıcalıklı ve üstün Türklük de irtifa kaybetmeye başladı.

Soru artık şöyle sorulmaya başlandı: Kürtler kendilerine tanınacak haklarla ikna olabilecek mi.? Türkler Kürtlere tanınacak haklara rıza ve hoşgörü gösterecek mi.?

Ne var ki, ne zaman Kürtlerin lehine ve yararına hayırlı ve iyi bir şeyler olgunlaşmaya başlamışsa, şer odakları anında harekete geçerek önünü kesmişlerdir.

Korkarım ki bir kez daha tarih tekerrüre doğru evirilmeye çalışıyor.

II.. AK PARTİ HÜKÜMETİ VE DEMOKRATİK HÖŞGÖRÜ SORUNU

AK Parti on yıllık iktidarı süresince devrim niteliğinde değişim ve dönüşümler gerçekleştirdi. Kürt Kimliğinin tanınması, Askeri vesayetin sona erdirilmesi, anayasa ve yargıdaki olumlu değişimler, 12 eylülü ve darbecileri yargılamaya başlaması, darbeye teşebbüs faaliyetlerinin açığa çıkarılması, sağlık alanında, çevre alanında ve sosyal alanlardaki yenileşmeler, dış borçların tasfiye edilmesi, gayri safi milli hasılanın büyümesi, yatırımlar, ekonomik kalkınma ve büyüme konusunda ciddi başarılar elde etti. Bu nedenle halkın yarıdan fazlasının oylarını ve takdirini almayı da başardı. Halk istikrar, huzur ve sükunet istiyordu. AK Parti bu özlemleri doğru okuyarak buna kısmen yanıt verdi.

Türkiye önemli ölçüde güçlenerek bölgede itibar sahibi olmaya başladı.

Bu nedenle kaygılar ve endişeler de çoğaldı.

Ne yazık ki, AK Parti dış politika alanında halkın iradesini doğru kullanmayı başaramadı. Yıllardır özlemi çekilen” AB üyeliği” konusunda sekter tutumlar takındı, kibir ile davrandı. Türkiye ile yakın komşuları arasında “barış içinde bir arada yaşama” ilkesini koruyamadı. İsrail, İran, Irak ve Suriye konusunda takınılan tutum Türkiye’nin çıkarlarına değildi bu nedenle halk dış politikayı anlamlı bulmadı.

İçte ise hükümetin “benmerkezci” ve “temsiliyet büyüsü”, kibirli tavırları doğrultusunda getirdiği kimi düzenlemeler “memnuniyetsizlik” ler oluşturdu.

Kürtaj yasası, Kars’taki heykele “ucube” denmesi, Çamlıca tepesine cami yapılması, Cem evlerine “cümbüş evi” demesi ve Alevilere camide ibadet etme yolunu göstermesi, yeni köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi, birilerini “Zerdüşti” diye suçlaması, Türkiye’nin kimi bölgelerinde halkın tepkilerine rağmen Hidro Elektirik Santrallerin yapımında karar kılması gibi davranışlar, eğitim ve sağlık alanındaki kimi düzenlemeler, yandaş olmayan ve ama muhalif olan kimi basın yayın organlarına karşı hazımsızlık, kimi yazar, düşünür ve sanatçının farklı duruş ve görüşlerinden duyulan rahatsızlık; yani kısaca, eleştirenlere, destek vermeyenlere ve biat etmeyenlere karşı hırçın ve öfkeli davranılması, kendi politikalarına alkış tutmayan kesimlerin “ötekileştirilmesi” eğilimleri ve bunun gibi bazı tutum ve davranışlar; çeşitli halk kesimlerinden tepki aldı, hoşnutsuzluk yarattı.

Hükümetin %50 den fazla halk desteği ile, tek başına iktidar olma avantajıyla davranarak her istediğini çarçabuk yasalaştırıp hayata geçirmesi, halkta sosyal yaşam alanlarının daralması kaygılarını da oluşturdu.

Başbakanın “Milli içkimiz ayrandır, en az üç çocuk yapın, dindar gençlik yetiştiriyoruz” ve bunun gibi kimi sosyal telkinleri, ise işin tuzu-biberi oldu ve tepkilerin “temerküz” etmesine sebep oldu.

Bu nedenle AK Parti kısmen de olsa toplum nezdinde itibar kaybederek mecalsiz ve zayıf düştü.

Bu yanlışlar hükümeti sıkıntıya soktu ve itibar kaybetmeye sürüklemek için zemin oluşturdu.

Hükümet kafasının estiği yöne gitmeye devam etmekle yanlışa saptı. Bu yanlışlar sonucunda içte ve dışta olayların gelişmesi baş gösterdi.

Önce Reyhanlı da büyük patlamalar oldu. Bu provakasyonun dış destekli olduğu kamuoyunca da onaylandı. Onlarca insan öldü, yüzlerce ev ve işyeri yıkıldı. Halk korku ve paniğe kapıldı. Başbakan çok sonra Reyhanlıların imdadına gitti. Parlak ve düzgün ajitatif cümlelerle olayı anlatarak geçiştirdi. Ciddi bir tutum değişikliği sinyalini vermedi, özeleştiri yolunu seçmedi. Dış politik tutumunda taviz vermeyeceğini gösterdi..

Hükümetin Suriye iç muhalefetinin örgütlenmesi ve silahlanarak rejime karşı silahlı mücadele vermesi konusundaki açık tarafgir siyaseti, halkın tepkisini aldı. Suriyelilerin kaldığı mülteci kamplarında rejim karşıtı kimi faaliyetlerin örgütlenmesi, Arap ve sunni Müslümanların desteğini almak için Şii müslumanlara karşı ön yargılı ve tepkili yaklaşımlar, İsrail ve ABD ile olan ilişkiler, Malatya’ya füze kalkanlarının yerleştirilmesi, Suriye saldırılarını “önlemek” amacı ile çeşitli yerlere Nato güvencesinde füze rampalarının kurulması ve buna benzer dış politik salvolar halkta kaygılar yarattı.

Dış siyasetteki isabetsiz duruşlar, iç istikrarsızlığın oluşmasına zemin oluşturdu.

Kısacası gerek iç politikada ve gerekse dış politikada AK Parti hükümeti ve başbakanın kibirli tutumu ,dışta ve içte “memnuniyetsizlikler” doğurdu. Bu durumu hükümet sezdiği halde bir tutum değişikliğine gitmedi. Tersine sayın başbakan “başına buyruk” davranışlarını sürdürdü.

Toplum çözüm bekleyen , başta Roboski olmak üzere bir çok sorunun halka doğru açıklanması, ve ülkede ne olup bittiği konusunda halka bilgi verilmesini beklerken, hükümet kendi politikalarında ısrar etti, ciddi bir muhalefetin olmayışından da yararlanarak parlamentoyu kendi yazı tahtası haline getirdi.

Parlamentodaki sayısal tablo hükümeti rehavete sürükledi.

Mecliste ciddi ve tutarlı bir demokratik muhalefetin olmayışı hükümetin benmerkezci anlayışını daha da perçinledi.

Yetkililerin Taksim Gezi parkına topçu kışlası yapılması amacı ile ağaçlık alandan kimi ağaçları sökmesi, bardağı taşıran damla oldu. Yukarıda anlattığımız hükümetin yanlış tutumlarını bahane ederek sosyal yaşam alanlarının daraldığı endişesinde olanlar, hükümetin başına buyruk davranışlarından tedirgin olanlar için kendini gösterme ve “muhalefet” yapma zamanı gelmişti.

Dışarda Türkiye’nin politikalarından ve büyümesinden rahatsız olanlar, içerde barış ve silahsızlanmadan ,Kürt sorunun barışçı bir zeminde çözüm şansı elde etmiş olmasından tedirgin olanlar için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı.

III..GEZİ PARKI MERKEZLİ OLAYLAR VE HÜKÜMETİN TAVRI

Gezi Parkı eylemleri aslında bir sonuç olarak yorumlanmalı. Hükümetin yanlış kimi politika ve söylemlerine karşı, kent ve çevre duyarlılığı adına kimi düzenlemelere karşı bir tepki eylem olarak baş gösteren eylemler, bir süre sonra masumane eylemler olmaktan çıkıp hükümete ve onun, diyalog, yumuşama ve silahsızlanma politikalarına karşı muhalefet eylemlerine dönüştü. Soylu ve haklı duygularla sokağa çıkan sivil muhalefet yapmak isteyen ve politik olmayan gösterilerle hükümetin “memnuniyetsizliklerine” dair dikkat çekmek isteyen gurubun arasına radikal kesimlerde karışınca, eylemler bir anda yörünge değiştirdi. Tam da bu aşamada başlangıçta sokağa atılan geri çekilmeyi ya da kendilerini radikal ve marjinal guruplardan ayrı tutmayı yeğleyen kesim iki arada bir derede kaldı. Onları diğerlerinden ayırmak da zorlaştı. Gezi parkı bir anda bir meydan muharebesine dönüştü. Kışkırtma, tahrik ve provakasyon taksimde fitili ateşlenen direnişleri bir anda ülkenin kimi kentlerine de sıçrattı.

Burada hükümetin dengesiz ve sert polisiye tavırları ise dikkat çekiciydi. Polisin takındığı her sert ve orantısız hareket, hükümetin hesabına yazılıyor ve karşı tarafa prim veriyordu. Biber gazı tazyikli su derken kurşunlar da konuşmaya başlayınca polisin sert uygulamalarına karşı göstericiler de şiddete yöneldi ve önlerine neyi kattılarsa yakmaya yıkmaya ve tahrip etmeye başladı.

Bu şiddet polis şiddetine karşı geliştirilen bir tepkiydi.

Ankara ve İzmir’e de bir anda sıçrayan eylemlerdeki temel slogan” her yer Taksim, her yer direniş” olarak ifade buldu. Bu açıkça bir “genel direniş” çağrısıydı. Çağrıyı yapanlar ise daha çok radikal sol guruplar, Ergenekon bağlantılı kimi kurum ve kuruluşlar, radikal İslamcı ve ırkçılar, fanatik milliyetçilerdi. Bu nedenle fazla itibar görmedi.

Gösteriler “direnişe” dönüştürülmek istendiği için de hükümet daha da sertleşti.

Taksim eylemleri bir gerçeği hatırlamamızı sağladı. Tarihte her zaman dini, dili, siyasal görüşleri ne olursa olsun iyi ve doğru şeylerin yapılmasını istemeyenler hep güç birliği içinde olmuşlardır. İçteki ve dıştaki şer odakları her zaman el sıkışmak için ” teyakkuz halinde” beklemişlerdir

Gezi parkı olayları masumane ve kabul edilebilir gerekçelerle başlamıştı. Bu ,halkın politik olmayan ilk sivil iteatsizliği olması bakımından önemliydi.

Gezi Parkı eylemleri kent ve çevre bilincinin oluşmuş olduğunu gösterdi.

Gezi Parkı tepkileri Türkiye’de geçmişten bu güne çok şeyin değişmiş olduğunu gösterdi. Kent ve çevre bilinci, ortak yaşam alanlarının korunması, doğal çevrenin ve yeşilin korunması gibi çağdaş bir bilincin artık ülkede yavaş yavaş gelişiyor olması kuşkusuz ki Türkiye’nin yaşam standartlarının yükseliyor olduğuna işaret etmektedir.

Ancak Gezi parkı eylemleri iç ve dış odakların müdahalesi ile rayından saptırılarak, ülke geneline kaydırılıp hükümete karşı genel bir başkaldırıya dönüştürülmeye çalışıldı. Olaylar abartıldı ve yabancı basına abartılı bilgiler servis edildi. Avrupa kamuoyu bu abartılı görüntüler ve haberler karşısında gözünü Türkiye’de olup bitenlere dikti. Kimileri “Arap Baharına” bir öykünme olduğu kanaati ile “Türk Baharı” diye manşet attı. Tüm bu gelişmeler hükümetin beklemediği gelişmelerdi. AB Türkiye’ye “ültimatom” şeklinde bir talimat gönderdi. Öyle ki, kimi çevreler Türkiye’ye Turist gitmesin diye yaygaralar koparmaya başladı. Hükümet karşıtı İç ve dış güçler hükümeti bir kaşık suda boğmak istedi, fırtınalar kopardı.

Gelişen olaylar karşısında hükümet paniğe kapıldı. Hazırlıksız yakalandığı bu gösteriler karşısında ne yapması gerektiği konusunda bocalamaya başladı.

Oysa ki Avrupa ve Amerika’nın bir çok yerinde sıklıkla benzer eylemler yaşanıyor. Tam da eş bir zamanda örneğin Brezilyada yer yerinden oynuyor, SAOPAOLO meydanında milyonlar bir araya gelerek hükümet karşıtı eylemler yapıyor, taşla sopa ile önüne çıkan barikatı devirerek yürüyor.

Keza Yunanistan, İspanya, İtalya gibi AB ülkelerinde geçmişte daha da sert kitle muhalefetleri yapıldı. ABD de Newyork’ta ki WALT STRET meydanındaki sivil itaatsizlik gösterileri hala akıllardadır.

Türkiye’deki Gezi eylemleri yukarıda anlattığımız yerlerdeki eylemlerle kıyaslanamayacak derecede küçük ve etkisizdi. Ancak hükümet bu tür bir eyleme hazır değildi. Bu bir ilkti. Bu nedenle “iktidar gidiyor” diyerek paniğe kapılarak göstericilere karşı sert davrandı. Biber gazı, tazyikli su ,ve diğer sert polisiye önlemler eylem dışındaki halk kesimlerini de “etki-tepki” sonucu eylem içine kattı.

Halk polisin eylemcilere karşı sert tutumu karşısında “vicdanının sesini” dinleyerek göstericileri korumayı ve onlara sahip çıkmayı ödev bildi.

IV..GELİŞEN TEHLİKENİN FARKINDAMISINIZ

Tutuklu asker yakınlarının etkili olduğu kuruluşlar, İşçi Partisi ,Sosyalist Devrim Partisi ve kimi küçük radikal sol hareketler, halkı alanda görünce heyecana kapılıp bir “devrimci durum” pozisyonu olduğunu sandılar. Onlarda polise ve kamu araçlarına, kamu mallarına büyük zararlar veren şiddet eylemlerine giriştiler. Günlerce Taksim ve çevresinde olaylar yatışmadı. Hükümet ise şaşırmış bir vaziyette daha da hırçınlaştı. Olaylar Ankara ve İzmir’e de sıçradı. Oradan Adana ve Eskişehir, Mersin gibi yerlerde de küçük de olsa eylem ve direnişler gerçekleşti. Bu tablo günlerce sürdü. Polisin sert müdahalesi sonucu çok kişi yaralandı, polis tam da bir olağanüstü hal durumuna getirildi.

Bu arada göstericilerden yaşamını yitirenler oldu. Bu hükümetin işini daha da zorlaştırdı. Polisin sebebiyet verdiği yaralanma ve ölüm olayları tepkiyi genişletti.

Bu göstericiler arasında çok sayıda yerli-yabancı ajan-provakatörün olduğu ileri sürüldü.

Hükümet, “bunlar birkaç çapulcunun yaptığı işler” diyerek bu gösterilerin “çözüm sürecini kesintiye uğratmak amaçlı” olduğunu ileri sürerken göstericiler ise bu eylemleri ”devrim provası” gibi algılandı. ”Çapulcu” benzetmesi karikatürize edilerek bu benzetme üzerinden yeni eylemlilikler geliştirildi.

Geçmişte benzer gösteriler ve eylemler konusunda bir hayli deneyimli olan Kürtler bu kez kendi coğrafyalarında bu eylemlere yandaş girişimler içine girmeyerek destek sunmadılar. Lakin hükümet ile müzakere halinde olan PKK eylemler için “talimat” vermedi. Kürt halkı da zaten bu hükümetin Kürt sorununu çözeceğine inanmaya başlamıştı. Bu nedenle hükümetle kapışmak, hükümet karşıtı eylemlerde bulunmak, mantıklı görünmüyordu.

Her yer Taksim, Her yer Direniş diyen “muhalifler” de Kürtler neden eylemlerine destek vermiyor diye kızıyorlardı. Kürt hareketinin sol harekete ihanet ettiğini söyleyenler bile vardı. BDP cephesindeki “düalist” tutum ise şaşırtıcıydı. Sırrı Süreyya Önderin “artistik” davranış ve söylemleri, BDP kitlesinin kafasını bulandırdı.

BDP bir süre politika üretme becerisinden yoksun kalarak, olaylar için yorum yapmadı. Kimilerine göre BDP yorum yapmak için henüz “icazet” almamıştı.

Bilindiği gibi hükümet Öcalan ile yaptığı müzakereler sürecinde, BDP’yi de yaşanacak yeni sürece “lütfen” dahil etmiş, ve onunla da “barışık” olmak istemişti. Lakin hükümetin gerçek ve doğrudan muhatabı Abdullah Öcalan"dı ve zaten hükümet yapmak istediklerinin tümü konusunda Öcalan’dan rahatlıkla faydalanıyor ve onu kendi politikalarına aracı yapıyordu. Bu bağlamda BDP’ye hiç ihtiyacı yoktu. BDP ise bu durumun farkındaydı ve bundan hoşnut değildi. BDP’nin Yaptığı yegane muhalefet “hükümet İmralıya gidecek heyetlerimizin seçiminde müdahaleci tutumundan vaz geçmelidir.” yolundaki memnuniyetsizlikten ibaretti.

Gelinen noktada Öcalan ile BDP arasında baş gösterdiği savlanan sürece dair görüş ayrılıklarının nasıl sonuçlanacağı ve BDP’nin geleceğinin ne olacağı şimdiden kafalarda soru işaretleri doğurmaya başlamıştır.

BDP vesayet altında siyaset yaptığı için temel konularda parti içinde ancak “etkili” ve “yetkililerin” konuşmasına izin var. Geçmişten bu güne meclis kürsüsünü ziyaret şansı bulamayan, basın toplantısı zevkini tadamayan milletvekilleri bile var. Siyaset bilimcileri artık BDP’yi iyi tanıyor, bu nedenle kimse onu pek ciddiye almıyor.

Öcalan herkesten önce ve önde geliyor, Öcalan’ın var ettiği değerlere katkı sunamamış BDP’nin, ise, miyadını dolduduğu savlanıyor.

BDP / DTK /HDK hangi adla anılırsa anılsın asla Öcalan’ın hoşuna gitmeyecek, onun politikaları ile örtüşmeyecek ne bir konuşma ne de bir siyasal çıkış yapma şansına sahip değillerdir. Gerçekte de bunların hepsi “emanetçi” . Yarın Öcalan tahliye olur da birebir kendisi ile örtüşen yeni bir oluşuma yönelirse, bunlar bir saniyede buhar olup uçarlar. Ya da Öcalan’ın bir tek cümlesi onların anında bitmesine yetecektir. Bu örgütler bu güne dek tabiri caizse kiralık bir taban ya da geçici bir taban üzerinden siyaset yapmışlardır. Başlarında her zaman “görünmeyen” bir orkestra şefi olmuş ve karar mekanizmalarını yönlendirerek Öcalan’ın emir ve talimatlarını arz etmiştir..

Özgür ve bağımsız bir biçimde temel siyasetler üretme şansından yoksun olan BDP, günlerini boş geçirmemek için çeşitli etkinlikler yapıyor, habire ajitasyona gidiyor. Şimdilerde “Hükümet Adım At” adı altında mitingler düzenliyor. Oysa ki hükümetin adım atıp atmayacağı, neler yapacağı zaten masada Öcalan ile konuşuluyor ve adım adım uzlaşılar sağlanıp hayata geçiyor. Dolayısı ile hükümetin BDP istiyor diye yeni adımlar atması hayal bile edilemez.

Kürt siyasetinde BDP etkisiz ve de yetkisiz bir unsurdur.

Hükümet karşıtı gösterilerin alevlenmesi, Kürtlerin de bu işe dahil edilmesi ve eylemlerin giderek her yere sıçrayarakı, giderek etkili olması için yeni tetiklemelere ve provakasyonlara gereksinme vardı. Barış sürecinin akamete uğratılması şer odaklarının “olmazsa olmazı” idi. Kolları sıvadılar ve işe koyuldular.

Önce Dersim’de köy baskını yaptırıldı.

Sonra Diyarbakır Lice’de halk karakolun üstüne yürütüldü.

Lice’de bir kişi kurşunla öldü. Büyük olasılıkla savunma refleksi ile jandarma tarafından öldürüldü. Bu son derece vahim bir olaydı. Altı ay aradan sonra ilk kez devlet bölgede birini öldürüyordu. PKK’liler Lice’yi baha göstererek bazı yerlerde yeniden eyleme geçti, yakıp yıktı, biriken enerjilerini boşaltmaya başladı. Taksim dayanışması adlı inisiyatif Tunceli ve Lice’yi de gerekçelerine kattı, PKK’lileri ve kimi sol silahlı kesimleri okşayan bir tutum içine girdi.

Yapılmak istenen nedir.? Yedek bir güce ihtiyaç duyulduğu için PKK ülke genelinde harekete geçirilmek isteniyor. Yeniden bir kaos ortamı yaratılmak isteniyor. Böyle bir ortam Kürt halkının elde ettiği barış ve çözüm şansını bir anda ortadan kaldırabilir. Ortalık bir anda kana ve dumana dönebilir, eller yeniden silaha uzanabilir .İstenen de zaten budur.

Gelişen tehlikenin farkında mısınız.?

V.DEMOKRASİ VE ÇÖZÜM KONUSUNDA GERİ ADIM ATILMAMALIDIR.

Kürtler PKK-Devlet müzakereleri başladığından beri hükümetin demokratikleşme ve çözüm yolunda kesintisiz olarak ilerleme beklentisi içine girmiş bulunmaktadırlar. Bunun sahici ve güçlü bir umut olduğu bilinmektedir. Ancak Hükümet, zaman zaman Kürtlere karşı hırçın tutumlar sergiliyor, Kürt sorununun varlığını kulakardı ediyor. PKK’nin silah bırakıp geri çekilme kararı almasından sonraki süreçte hükümet Kürt sorunu konusunda ilerleme göstermedi. Yeni süreçle birlikte Kürt sorununun çözümünü belirsiz tarihlere erteleme eğiliminde. Hükümet bu konuda “Silahlı hareket tamamen sınır dışına çıksın, sonra bakarız” gibi pişkin tavırlar takınarak zaman kazanmaktadır.

Oysa ki, Kürt sorununun çözümünü ertelemek telafisi mümkün olmayacak yeni acıları tekrar yaşamayı göze almaktır. Lakin Kürt sorununun çözümünün, Kürtlerin gasp edilmiş en doğal temel hak ve özgürlüklerinin iade edilmesi, haklarının anayasal güvenceye kavuşturulmasının PKK’nin varlığı ve yokluğuna endekslenmesi son derece kötü bir talihsizliktir.

Abdullah Öcalan’nın özgürleşmesi Kürtlerin de özgürleşmesi anlamına gelmez.

Böyle bir ipotek, bu denli bir rehin, bu anlamda bir takas ya da bedel, Kürtler bakımından asla kabul edilemez.

Öcalan’a özgürlük verilmelidir. Ama esas olan Kürtlerin özgürlüğüdür.

Geçmişten beri söyleniyor: Kürt hareketinde PKK bir sonuçtur. PKK palazlandırılmış, genetiği değiştirilmiş bir harekettir. Kürt ulusal mücadelesini manipüle etme yolunda yararlanılan önemli bir kaynaktır. Ancak bir olgu olarak da PKK, Kürt sorunu söz konusu olduğunda görmezden gelinemez. Elinde silahının olması bu gerçeği değiştirmez.

Kaldı ki, Türk devletinin seksen yıllık ret, inkar ve imha politikaları, demokratik ve insani anlayışlardan yoksun olması sonucunda PKK ortaya çıkmıştır. Geçmişte TC’nin sürekli kılıp koruduğu anti demokratik ortam bu tür örgütlerin oluşması için en verimli ortamdı. Eğer geçmişte, bu gün olduğu gibi hükümetler Kürt sorunu konusunda demokratik ve insani kimi atılımlarda bulunmuş olsaydı belki bu gün PKK ile ve onun silahları ile uğraşmak zorunda kalmamış olacaktı.

Sırası gelmişken belirtmekte fayda var. Askeri vesayet ve darbe olasılığının bertaraf edilmesi konusundaki çabaları takdirle karşılamak gerekir. Darbe niteliği ne olursa olsun-iyi ya da kötü- her türlü demokrasinin yok edilmesi demektir. En kötü demokrasi bile diktatörlükten daha iyidir.

AK Parti on yıllık iktidarı döneminde Anadolu dediğimiz “batı” da Ergenekon örgütünü ciddi bir biçimde çökertti, ilgililerin tümünü adalet önüne çıkardı, büyük bir kısmı üst düzey subaylardan oluşan yüzlerce dikta heveslisi asker yargılandı ya da yargılanıyor. Geçmişte kendilerini ” ihtilalci işçi köylü örgütü” diye tanıtmış olan sözüm ona kimi “sol” cular şimdilerde kendilerine “ulusalcı” diyerek ama bu kez gerçek “Kemalist” ve ırkçı- şoven- kimlikleri ile sahneye çıkarak Ergenekon terör örgütünün dağıtılması karşısında direnç göstermeye başladılar. Kastedilen kimi örgüt ve kişiler Silivri ceza evi kapılarında eylemler yaparak demokratikleşme ve sivilleşme önünde durdular. Hükümet buna karşın cesaretini yitirmeden Ergenekon ve buna benzer darbe girişimlerine katılmış olan bir çok asker ve sivili yargılamayı başardı.

Bu da son derece cesur ve önemli bir adımdır.

Ne var ki derin devletin son derece derin örgütlendiği bölge ne yazık ki Kürdistan bölgesiydi ve bu terörist oluşum geçmişte yüzlerce provakasyon yaptı yüzlerce “faili meçhul” cinayet işledi, bu karanlık güçler katliamlar yaparak bölgede sürekli kargaşa panik ve kaygının, korku ve endişenin hakim olmasını sağladı.

1993 yılında PKK ve devlet kısmen silahların susması konusunda anlaşmışken derin devlet Bingöl’de 33 savunmasız askeri öldürttü. Daha başkaca da kimi komplolar sergileyerek “silahların susmasını” engelledi. Belli ki bu karanlık odaklar, bu şer güçleri bölgede bir “kontr gerilla” örgütü oluşturmuş ve Kürtleri silaha bağımlı kılmak için ant içmişlerdir.

Bu oluşumun PKK itirafçılarından bir ekip oluşturarak yurtsever Kürtlere terör estirdiği, bölgede sürekli savaş hali ve terör ortamı sürsün diye “Hızbullah” gibi paravan tedhiş örgütlerini destekleyerek bir çok eylem yaptırdığı, barış, silahsızlanma ve diyalog yanlısı kimi kişileri fizik olarak yok ettiği, bölgelerde halk arasında saygınlık uyandırmış kimi kişileri öldürmek sureti ile “infial” uyandırıp halkı provake ettiği bilinmektedir.

Bu denli palazlandırılıp “sınırsız” yetkilerle donatılmış olan- JİTEM ya da Ergenekon her ne adla anılırsa anılsın -bir örgüt her şeyden önce müzakerelerin başlaması ile tasfiye edilmeliydi. Müzakerelerin başladığı bir dönemde önce bu şer odaklarının dağıtılıp etkisiz kılınması gerekirdi. Ancak görünen o ki, Ergenekonun bölge yapılanması hala diri duruyor ve tehlike arzetmeye devam ediyor.

Nedense Hükümet Fıratın öteki yanındaki Ergenekon örgütünün üstüne gerektiği kadar gitmedi. O üst düzey yöneticiler ve yetkilileri gözaltına alarak örgütü her yerde çökerttiğini sanmaktadır. Bu büyük bir yanılgıdır ve tasfiye edilmemiş bu derin devlet elemanları küçük de olsa hala bir takım eylemler yapmakta ya da yaptırmaktadır.

PKK kitlesi de yeterince politize olmuş bir kitle olmadığı için ” nerde hareket orda bereket” diyerek çıkarılan her “sese” anında koşmaktadır. Bu durum ciddi provakasyonlara neden olabilir ve silahsızlanma ve müzakere süreci ciddi biçimde yara alabilir ya da kesintiye uğrayabilir. Bu konuda hemen gerekli operasyonlar yapılarak Ergenekonun Kürdistan ayağı da çökertilmeli ve ilgililer yargı önüne çıkartılmalıdır.

Eğer silahların toplumun yaşamından tamamen çekilmesi isteniyorsa silahı özendiren etmenler yok edilmelidir.

Kürdistan bölgesindeki karanlık odaklar açığa çıkarılıp dağıtılmadan bölgede asayiş sağlanamaz.

Hal böyle iken, hükümetin yapması gereken en önemli şey Kürt haklarını tanımaktır. O PKK ve Öcalan ile de farklı olarak görüşmelerini sürdürüp onlarla anlaşabilir, uzlaşabilir.

Silahlı unsurlar yurt dışına çekilse de çekilmese de, hükümet Kürt sorununu çözümsüz bırakamaz. Artık ok yaydan çıkmıştır. Başbakan daha cesur olmalı ve Kürtlerin sonsuza dek “memnun ve minnetdar” kalacağı bir “azizlik” daha yapmalıdır.

AK Parti içte ve dışta savunulabilir onurlu bir Kürt siyaseti oluşturmak zorundadır. Eğer Türkiye gelecekte bölgede hatırı sayılır bir güç olmak istiyorsa en başta bölgedeki Kürtlerle barışık yaşamalı ve onlarla iyi ilişkiler içinde olmalıdır.

Eğer hükümet bu kez de Kürtleri karşıya alırsa, Kürtlerin gönlünü almaz onları demokratik siyaset zemininin dışına iterse, en başta Türklere ve aynı derecede tüm halklara büyük kötülük yapacaktır.

Esas büyük tehlike Kürtlerin razı ve memnun olmadığı bir sürecin baş göstermesi durumunda ,PKK’nin bunu fırsat bilip hükümet karşıtı güçlere entegre olmasıdır.

Başbakan eksik kalmış olan değişim ve dönüşümleri gerçekleştirecek cesarete ve iktidara sahiptir. Demokratik dönüşümler ve çözüm konusunda geri adım atmak Ak Partiye büyük oranda güç ve moral kaybettirecektir.

Başbakan eğer gelecek kuşaklara özgürlük, refah, huzur, güven ve mutluluğu miras olarak bırakmak istiyorsa Kürt sorununu çözmelidir.

Başbakan eğer bu gücüne ve cesaretine ve mevcut elverişli koşullara rağmen bu sorunu -tam da toplum çözüme bu kadar duyarlı iken- çözmezse, onun tarihte övgü ile anılması güçleşir.

Özgür ve bahtiyar bir ortak gelecek tüm halkların ortak özlemidir, Başbakan halkı bu özlemleri ile buluşturacak olgunluktadır.

Kardeşlik özgür ve demokratik toplumların oluşması ile perçinleşir.
Print