2024-03-29
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Hamiyet Çelebi
 
Dava arkadaşlığından düşmanlığa: Bir kalkışmanın arka planı
2016-07-22 13:13
Hamiyet Çelebi
Türkiye, 15 Temmuz’da, Cumhuriyet tarihinin en büyük iktidar rekabetinin son karşılaşmasına tanık geldi. Zamanın ruhuna aykırı bu darbe bir çılgınlıktan öte iki müttefik arasındaki ortaklığın süreç içerisinde çıkar çatışmasına dönüşerek, karşılıklı konumlanmalarının geldiği son aşamadır. Toplumun tüm katmanlarını etkisi altına alan, kimilerinin “savaşı” olarak değerlendirdiği bu karşılaşmanın rövanşı olan “Darbe girişimini” kapsamlıca değerlendirebilmek taraflara objektif ve aynı mesafeden bakmakla mümkündür.

Ak Parti ile Cematin “dava arkadaşlığının” düşmanlığa evrilmesi ne kısa bir süre içinde meydana gelmiştir ne de tek bir nedenle izah edilebilir. Makro ölçekte aynı felsefeden beslenen, aynı yaşama biçimini toplumda yaygınlaştırmaya çalışan, siyasal İslamı ana siyasal perspektif olarak kabul eden bu iki kesime daha yakından bakıldığında ap ayrı çıkar kesimlerinin temsilcileri olduğu, “dava arkadaşlıklarının” ise mecburi bir yol arkadaşlığından öte olmadığı açıkça görülecektir.

Ak Parti ve Cemaat yola çıktıklarında Kemalist düzenin yargı, asker, bürokrasi gibi yapı taşlarına karşı birlikte mücadele vermiş, Türk devlet geleneğine hakim olan resmi Kemalist/askeri vesayeti önemli ölçüde geriletmişti. Bu yol arkadaşlığı boyunca Ak Parti seçimle başa gelmiş, yasal ve hukuki meşruiyeti olan bir iktidar olarak, devlet içinde kendini konsolide ederken, Cemaatin de niyeti devlet içinde kendine bir hat açmak ve hatta devleti bu hat etrafında örgütlemekten başka bir şey değildi.

Cemaat uzun yıllardır kamuda örgütlenme odaklı bir stratejik politika güderken, Gülen’in “altın nesil” olarak tanımladığı ve yıllardır bu işe hazırladığı kadrolarını MİT, Ordu, HSYK başta olmak üzere devletin yargı, bürokrasi, askeri tüm kademelerinde dizayn çabası ve isteği AK Parti’nin iktidarını paylaşmama anlayışı karşısında duraklamış, Gülen ve Erdoğan’ın gerek kamusal alanda gerekse de kendi örgütleri içerisinde otoriter liderliklerini tartışmasız kabul ettirme niyetleri ortadaki sürtüşme ve kavgayı bir üst seviyeye çıkarmıştı.

Zamanın partnerleri başlangıçta askeri ve Kemalist vesayete karşı önemli mesafeler kat etmiş, Balyoz, Ergenekon, OdaTV gibi siyasal davalar ile “eski rejimi” zaafiyete uğratmış, 12 Eylül referandumu ile HSYK ve yüksek yargı mercilerini yeniden yapılandırmıştı. Ancak ileriki dönemlerde geriletilen vesayetin yerine, büyük oranda Cemaatin bir başka vesayet olarak geçtiği AK Parti’ye yönelik rüşvet ve yolsuzlukla mücadele gerekçesiyle 17-25 Aralık operasyonlarında, ucu dönemin başbakanına kadar uzanması muhtemel olan, MİT müsteşarı Hakan Fidan şahsında başlatılan soruşturmada açıkça ifşa olmuştu. Ak Parti iktidarın kendisine sunduğu olanakların yardımıyla o günleri savuşturmuş, Cemaatin güdümündeki iktisadi birimleri ve eğitim odaklarını etkisiz hale getirmeyi en azından o gün başarmıştı. O günlerde dava arkadaşlığı kıyasıya bir mücadeleye, taraflardan hiç birinin geri adım atmayacakları bir hesaplaşmaya dönüşmüştü.

Cemaat ile Ak Parti arasındaki iktidar yarışı salt iç politikada gözlenmiyordu. Dış politikada her iki kesimin ayrı hatlarda yürüyen siyasetleri söz konusuydu. Cemaat küresel ölçekte örgütlü ekonomik siyasal bir güç olarak dış politikalarını Batı ile uyumlu bir zeminde yürütürken, Ak Parti Batı ile ilişkilerinde giderek kendisini yalnızlaştıran, Neo Osmanlı politikalarını tercih ediyordu. Bu ise Cemaatin dış ilişkilerini zorlaştırmaktaydı. Nitekim Mavi Marmara ve “One minute” olaylarında Gülen’in açıkça İsrail yanlısı tutumu, dış politikada da bu iki partnerin ortak iş yürütebilme ihtimallerinin kalmadığını açıkça gösteriyordu.

Burada Cemaatin Batı ile ilişkilerine bir parantez açmakta fayda var. Cemaat küresel ölçekte örgütlenmiş herşeyden önce ekonomik, siyasi bir yapılanmadır. Sayısız ülkelerde kurduğu okullar, geliştirdiği ekonomik ilişkiler, organize ettiği lobicilik faaliyetleri ve kültürel çalışmaları ile bir devletin dahi sahip olmakta güçlük çekeceği ilişkiler ağına sahiptir. Gücünü özellikle küresel örgütlenmesine borçlu olan Cemaat bunu yitirmemek için bile olsa Batı ile iyi ilişkiler kurmaktan, kendi nihai hedefini uygulayabilme adına çeşitli diplomatik, ekonomik ve siyasi ilişkiler kurabilmektedir. Dış siyasetinin odağına Batı ile iyi ilişkiler kurmayı koyan Cemaat çizdiği “ılımlı islam” profili, “dinler arası diyalog” söylemleri ile de Batı tarafından –en azından çıkarları uyuştuğu sürece- meşru görülmekte ve faaliyet alanlarına müdahale edilmemekte, hatta destek görmektedir. Ak Parti’nin bu gün dünyada yalnızlaştığı bir ortamda Cemaatin bu pozisyonu kendisi açısından son derece elverişli bir zemin de yaratmaktadır.

Her iki kesimin Kürt sorununa yönelik politikalarına bakıldığında, güvenlik eksenli politikalarda buluştukları, kısmi ve etki alanı son derece sınırlı “reformlarla” yetinmeyi tercih ettikleri görülmektedir. Kürtlerin meşru taleplerine yapısal cevaplar vermeyen bu iki ortak, Kürt sorunun çözümünde kapsamlı demokratik reformlar uygulayarak sivil, eşitlikçi ve demokratik bir Anayasa yapmaktan, Türkiye idari sistemini Kürtlere de cevap verecek şekilde yapılandırmaktan hep kaçındı. Kürt sorunu tarafların hesaplaşma aracına dönüştürüldü. Yüzlerce tutuklusu ile yıllarca süren KCK davaları, Oslo görüşmelerinin odağa alındığı MİT krizi bu hesaplaşmaların en somut örnekleriydi.

15 Temmuz akşamı yapılan darbe girişimi işte böyle bir iç siyaset iklimini ardına alarak gerçekleşti. Taraflar arasındaki savaş ve kıyasıya yürüyen mücadele Türkiye’de yaşayan tüm halk ve kesimleri menfi etkileyebilecek bir darbeye evrildi.

Darbe girişiminin failleri olarak türlü ihtimaller sıralanmaktadır. Kimilerine göre Erdoğan’ı gözden çıkaran Batılı devletler ile uluslar arası örgütler, kimilerine göre Ortadoğulu devletler akla en yatkın adaylardır. Oysa ki yaşanan darbe girişimi ve sonuçlarının tahlilini yapabilmek için komplo teorilerinden daha fazlasına ihtiyaç vardır. Uluslar arası ilişkiler komplo teorileri ile açıklanamayacak kadar girift ve karmaşıktır. Ancak olası başarılı bir darbenin sonuçları ile kendi faydalarının çakışacağı çeşitli odakların varlığı da ayrı bir gerçekliktir. Bu da darbelerin dinamik yapısından ve uluslar arası etkisinden kaynaklanmaktadır. Sonuç itibariyle ortada tahlile müsait olan açık bir süreç, Cemaat ile Ak Parti iktidarı arasında her daim canlı duran aleni bir savaş var iken failin dışarıda arandığı teorilere ihtiyatlı yaklaşmak gerekmektedir.

Aynı ihtiyatlı yaklaşımı darbenin bir AK Parti kurgusu olduğu yönlü iddialar karşısında da gözetmelidir. Gülen, İslamın izzetini koruyup kollayan salt bir din erbabı, Cemaat de kendini demokrasiye adamış bir yapılanma değildir. Cemaat ve lideri 12 Eylül ve 28 Şubatı desteklemiş, örgütsel çıkarları gerektirdiğinde ülkede kaos yaratmaktan çekinmemiş, kendi çıkarları için algı yönetimi ve kara propagandaya, özel savaş tekniklerine mütemadiyen başvurmuştur . Başarıya ulaşamamış bir darbe için Ak Parti’nin kurgusu olduğu iddiası bu kesimin masumiyetine, işlediği suçların hafifletilmesine katkısı olacaktır. Kamuoyunun gözleri önünde cerayan eden çatışmalar, ölen yüzlerce asker sivil kişiler, bombalanan Meclis ve diğer kamu binaları düşünüldüğünde olanların bir kurgu olamayacağı en kuvvetli ihtimaldir. Dolayısıyla Türkiye ciddi bir darbeden kıl payı kurtulmuştur.

Darbe girişiminin bastırılması sonrasında yaşananlar şimdiden eleştiri çekmektedir. Sokağa davet edilen kitlenin dini argümanlar kullanması, camilerden ezanların, salaların okunması ve Alevilere yönelik gözdağı haberleri kaygı uyandırmıştır. Darbe karşıtı protestocu kitlenin sokaklarda “sağduyudan uzak kitle psikolojisiyle” hareket ederek, toplumsal yeni çatışma alanları yarattığı , muhalif kesimler üzerinde korku ve psikolojik baskı kurduğu emniyet güçlerinin ise duruma müdahil olmadığı iddiaları haklı endişelere sebebiyet vermiştir.

Binlerce yargı mensubunun, bürokratın, memurun hukuki yargılama prosedürlerine uyulmaksızın işten el çektirilmesinin, on binlerce memurun açığa alınmasının darbe ile mücadelede hükümetin öç alma güdüsüyle hareket ettiği ihtimalini akla getirmektedir. Hükümet darbe girişimi faillerine yönelik mücadelede kendini hukukla bağlı görmelidir. Dayanağını “öç alma” duygularından alan idam cezasını yeniden gündeme taşıyarak, darbecilerle mücadele adı altında muhalefetin susturulması veya derdest edilmesi ihtimali ülke demokrasisine verilebilecek en büyük zarar olacaktır.

Darbe girişimi karşısında Kürtlerin gösterdiği parçalı tutum da değerlendirilmeye muhtaçtır. Ana akım Kürt siyasi çevresi darbe karşısında uzunca bir süre ikircikli bir tutum takınırken, diğer kesimler darbeye ilk saatlerden başlamak üzere karşı durmuştur. Görünen o ki Kürt siyasetinin hala bütünlüklü olarak darbeler karşısında ortak bir refleks sergileme kapasitesi yoktur. Oysa darbeler kim tarafından, hangi kesime yönelik yapılırsa yapılsın, demokratik yaşama müdahale, hukuka ve insan haklarına karşı bir girişimdir. Darbelerden derin acılar çekmiş bir halk olarak Kürtler darbelere karşı ortak karşı çıkış sesi yükseltilebilmelidir. Gündemlerine ve örgütlenme perspektiflerine demokratik bir hayat talebini kararlıca koyabilmeli, hiç değilse böylesi kritik süreçlerde ortak itiraz ve muhalefet zeminleri yaratabilmelidirler. Darbelere karşı çıkmak kadar darbe sonrası demokrasinin bir an önce hayat bulmasını sağlamada Kürtler kendilerini iktidar üzerinde baskı unsuru olarak görmeli, iktidarın olası antidemokratik ve hak ihlalleri karşısında mücadeleye hazır tavizsiz muhalefet misyonunu üstlenebilmelidir. Kürtlerin- en çok da kendilerine zarar verme potansiyeli taşıyan- ne darbede ne de darbe ile mücadele adı altında iktidarın antidemokratik uygulamalarında “bana ne”ci bir tutum takınma lüksleri yoktur. Demokrasi kanalları açık ve işler demokratik bir Türkiye, Kürtlerin ulusal taleplerini ifade etmede ve karşılığını alabilmede müspet bir zemin yaratacaktır.

Sonuç olarak; darbeye kadar evrilen bu rekabette karşımızda iki güç vardır. İlki - türlü şaibelerle gölgelenmiş de olsa- seçimlerle yönetime gelmiş, önemli ölçüde halk desteği almış, yasal meşruiyete sahip, parlamenter demokrasinin bir unsuru olan Ak Parti iktidarıdır. Bu iktidar, halka Üçüncü Dünya Ülkeleri örneğini aşamayan bir demokrasi vaadinden öte vaadde bulunamazsa da, muhalif kesimlerin türlü zeminde müzakere edebilecekleri yasal meşruiyete haiz legal bir yapılanmadır. Olası müzakere süreçleri zaman zaman antidemokratik kesintiye uğrasa da, akışkandır ve tarafların güçleri oranında evrilmeye, biçim bulmaya müsaittir; muhalefetin örgütleyeceği gücü oranında müsbet sonuçlar üretebilme ihtimalini de barındırmaktadır. İkinci yapılanma olan Cemaat ise, örgütlenme dayanakları belirsiz, gizli ajandası olan, küresel çapta örgütlü, ezoterik ve dar kadrocu illegal bir yapılanmadır. 12 Eylül, 28 Şubat gibi darbeleri desteklemiş, idari, hukuki, askeri tüm darbe metodlarına başvurmaya teşne, türlü komplo ve soğuk savaş taktikleriyle algı operasyonlarını yürütmede maharetli, uluslar arası proxy niteliği her daim içinde barındıran, hukuktan muaf bir örgüttür. Bu yapılanma ile muhalif kitlelerin ne müzakere ne de akışkan demokratik süreçler inşaa edebilme şansları yoktur. Darbe girişimi değerlendirmelerinde, bir tutum takınmadan önce her iki yapının verili durum ve nitelikleri gözden kaçırılmamalıdır.
Print