2024-03-29
Skip Navigation Links
Destpêk/Anasayfa
Pêwendî/İlişki
Lînk
Skip Navigation Links
Video
Album
Arşîv
Haydar Cihaner
 
Çıkarların acımasızlığı ve Güney Kürdistan
2017-10-09 01:15
Haydar Cihaner
ABD, 11. Paylaşım Savaşından hem Atlantik ötesi ülke olması hem de savaşa sonradan katılması gibi nedenlerle savaşın yarattığı tahribatlardan en az etkilenen ülke olarak çıkmıştır. Bu özelliği ile zamanla hemen her alanda hızla gelişerek ve İngiltere‘nin 1970’li yıllarda dünyaya ayar veren ülke konumundan geri adım atması ile onun aleyhinde ve onun yerini alarak dünyaya hükmeden ülke olduğu bilinmektedir. Bu özelliği ile ABD ‘ dünyanın jandarması’ olma misyonunu elde etmiştir. Bu misyonu ile ABD, dünyanın en önemli sömürgeci gücü olmuş ve birçok ülkenin iç işlerine karışarak bu ülkelerde kendisine itaat eden yöneticileri iş başına getirmiştir. Dünya ,halkına zulmeden ancak ABD’ye itaat eden birçok diktatör örneği ile doludur. Böylesi bir ülkenin dünyanın en önemli enerji kaynaklarına sahip Ortadoğu’ya el atmaması ve bölgeye kendi çıkarları doğrultusunda ayar vermemesi düşünülemezdi.

Nitekim ABD, önce İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’da at koşuşturdukları dönemlerde oluşturdukları yapay devletlerin başlarında bulunan krallar, emirler ve şahlar ile ilişki kurarak onlar üzerinden bölgeyi kendi etki alanına çekti. Böylece hem bölgedeki enerji kaynakların ele geçirdi hem de bu kaynakların dünya pazarlarına akmasını sağlayan yolları denetim altına aldı. Ayrıca bölge ülkelerinin birçoğunun tepkisini çekmesine rağmen 1948’de kurulan İsrail’i her şartta koruyarak hem ileri bir karakolu elinde tuttu hem de bölgedeki kontrol gücünü pekiştirdi.

1950- 1960’lı yıllarda Arap ulusalcılığı sol aşısı yapılmış Baas ideolojisi ile kısmen modernist ama daha çok milliyetçi diktatörler doğurmuş ve bu durum ABD’nin bölgedeki çıkarlarını riske etmeye başlamıştır. Baas milliyetçiliğinin ateşli söylemleri ile motive olan bir çok Arap ülkesi İsrail’e saldırdı ancak sonu Araplar için hüsran oldu. Savaştan sonra Mısır’a verilen bazı tavizlerle birlikte bu ülke Arap koalisyonundan kopartılmış ve ABD’nin müttefiki durumuna getirilmiştir. Böylece ABD bir mevzi kazandığı gibi İsrail’in güvenliğini de sağlamış oldu. Irak ve Suriye’nin durumu malumunuz gözler önünde. Bu arada Kore Savaşı sonrasında Türkiye Nato’ya üye oldu. Bu durum Sovyetler Birliği’ni güneyden çevrelemenin bir gereği idi. Kısacası Soğuk Savaş sırasında her şey ABD ve müttefiklerinin lehine gelişiyordu denebilir.

1979’da dünyada beklenmedik iki gelişme oldu. Bunlardan birincisi Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesidir. Bu durum Sovyetler Birliği’nin Hint Okyanusu’na inebileceği ve Basra Körfezindeki petrol kaynakları için tehdit oluşturabileceği anlamına geliyordu. Bu da ABD’nin bölgedeki siyasal ve ekonomik çıkarlarının riske gireceği anlamına geliyordu. Bu nedenle ABD bölgeye yakın bazı ülkelerde askeri üsler kurmaya başladı. Bir yandan da Taliban ve El- Kaide gibi örgütler desteklenerek Sovyetler Birliği’nin şiddetli bir direniş ile karşılaşması sağlandı. Nitekim bu direniş karşısında Sovyetler Birliği Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldı. Ancak Taliban ve özellikle de El – Kaide giderek radikalleşmeye ve ABD ile müttefikleri için korkulu bir rüya olmaya başladı. Özellikle ikiz kulelerin El-Kaide militanları tarafından yıkılması üzerine Bush dünya devletlerine ‘ya bizden yanasınız ya da teröristlerden yana’ diyerek oluşturduğu koalisyon ile Afganistan’da askeri üsler kurdu ve zamanla El-Kaide’nin lideri öldürüldü. Bu örgütün günümüzde etkinliği azalmakla birlikte bağrından IŞİD adında yeni bir radikal İslam örgütü doğurdu.

1979’da beklenmeyen ikinci olay, İran’da şahın devrilmesi ve yerine A. Humeyni tarafından şii teokratik bir devletin kurulması oldu. Bu durum şah zamanında ABD’nin bir numaralı müttefiklerinden olan İran ile ABD ilişkilerinin kopmasına neden oldu. Çünkü Humeyni ABD’yi ‘büyük şeytan’ olarak tanımlıyordu. Böylece hem ABD’nin Sovyetler Birliğini güneyden çevrelemesinde sorun çıktı hem de İran’ın rejim ihraç etme süreci başladı. Bunlar yetmezmiş gibi ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu olan İsrail için bir tehdit unsuru ortaya çıktı. Tam da bu süreçte 1991’de Sovyetler Birliği dağıldı ve iki kutuplu dünya kimine göre tek kutuplu kimine göre çok kutuplu hale geldi. Ancak hangi durumda olursa olsun ABD’nin Ortadoğu’daki hareket kabiliyeti arttı. ABD, Rusya’nın toparlanmasına fırsat vermeden Büyük Ortadoğu Projesi’ni dillendirmeye başladı. Bu proje 2010’da Tunus’ta başlayan kimine göre Arap Baharı kimine göre Arap Karakışı olan gelişmelerin tüm Ortadoğu’yu sarmasına neden olan süreci beraberinde getrdi ki bu süreç hala devam etmektedir. Proje genel olarak anti Amerikancı olmayan ılımlı İslam’ın diktatörlerin yerine iş başına getirilmesi esasına dayanıyordu. 2002’de Erdoğan ve ekibinin iş başına getirilmesi esasen bu projenin ürünüdür. Nitekim iki ülke arasında uzunca bir süre uyumlu bir ortamın varlığı projenin uygulanabilirliği bakımından ABD’ye umut vermiştir. Ancak zamanla ABD sanırım yanıldığını anlamış bir pozisyona gelmiş durumdadır.

Arap Baharı 1010’da Tunus’ta başlayıp tüm Kuzey Afrika ülkelerini sardı ve giderek Ortadoğu’ya doğru hızla yayıldı. Bu ortamda radikal İslam’ın boy vermemesi mümkün değildi. Nitekim 2013’te Bağdadi, Irak ve Suriye’yi içine alan bir İslam devleti kurduğunu açıkladı. Böylece bölgede hem amansız bir savaş alanı oluştu hem de terörist faaliyetler baş göstermeye başladı. IŞİD terörü sadece bölgeyi değil neredeyse tüm dünyayı esir almaya başladı. Günümüzdeki süreç bu belayı bertaraf etme sürecidir. Ancak bilinmelidir ki bu örgüt askeri olarak etkisiz hale getirilse bile siyasal etkinliği bir süre devam edecektir.

Ortadoğu’da İsrail devletini kuran Yahudilerin 2. Dünya Savaşında çektikleri acıları bilmeyen yok. Ancak aynı İsrail’in Filistin halkına çektirdiklerini de bilmeyen yok gibidir. Bu devlet Ortadoğu’nun ekonomik ve askeri olarak en güçlüsü olma konumundadır. Bu konumunu da devam ettirmek istemektedir. Bunun için çevre ülkelerden müttefik arayışı stratejisi gütmektedir Irak Kürdistan’ına desteğini bu amaçlı görmek gerekir. Çünkü İran’ın Irak Şii Yönetimi, Suriye ve Hizbullah üzerinden Akdeniz’e inmek istediğini ve nükleer başlıklı uzun menzilli füzeler üretme yolunda olduğunu iyi bilmektedir. Hal böyle oluna bazı komplo teoricilerinin ifade ettiği gibi Tevrat’ta ‘vaat edilen’ Fırat-Nil arası toprakları işgal etmek İsrail’in amacı değildir. Böylesi bir durum Ortadoğu’da kıyametin kopması ve terörist faaliyetlerin önünün alınamaması ve bugün İsrail’i destekleyen birçok ülkenin bile bu ülkeye karşı tavır alması demektir. Bu tip teoriler olsa olsa İsrail’in Filistinlilere yaptığını İslam aleminde diri tutmak ama dört devlet tarafından sömürgeleştirilen Kürdistan halkının çektiği acılar üzerine kamuflaj çekmektir.

Rusya; Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine yaşadığı krizi Putin ile aşma yolunda hızla ilerlemektedir. Putin’in bir diktatör olması ayrı bir konu şu an ülkesini ABD karşısında direngen tutmak istemesi ayrı bir konudur. Her iki devlet de aralarında bir savaşın çıkmayacağını, bunun neye mal olabileceğini iyi bilmektedirler. İki devlet arasındaki asıl mesele dünya arenasında birbirlerini ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda yıpratma meselesidir. Nitekim Rusya, İran ile olan yakınlaşmasını bu ülkenin ABD ile olan gerginliği üzerinden gerçekleştirmektedir. Ancak bir yandan da İran’ın Akdeniz’e ulaşma arzusundan rahatsızlık duymaktadır. Keza Rusya’nın Türkiye ile ilişkileri bu ülkenin doğalgaz ihtiyacı ve ABD ile son zamanlarda yaşadığı gerginlikten kaynaklanmaktadır. Rusya’nın Suriye’deki varlığı ABD’ye ‘bende varım’ anlamında bir denge politikasıdır. Nitekim Beşar Esat’ın ülkesindeki iç savaştan dolayı Rusya’yı müdahaleye çağırması üzerine Rusya, hem Suriye pazarını kaptırmamak hem de Akdeniz’de bulunan Tartus askeri limanını askeri üs olarak kullanmaya devam etmek için bu teklifi kabul etmiştir. Anlaşılan Suriye’de ABD ile Rusya arasındaki bilek güreşi bir süre daha devam edecektir.

Türkiye’de AKP’nin iş başına gelmesinden sonra zamanla eski Osmanlı hinterlandı üzerinde ekonomik ve siyasi güç olma isteği depreşmeye başladı. Bu anlamda ilk yaptığı İsrail’e tepkisel davranmak ve Arap ülkelerini hoşnut tutmak içindir. Gazze ablukasına tepkiler, Hamas lideri Meşal’in sık sık Türkiye’ye davet edilmesi , Körfez ülkelerine yapılan ziyaretler vs. hem bu amaçlı hem de yatırım amaçlıdır. Doğrusunu isterseniz iki ülke arası ilişkiler her zaman tepkisel değildir. Yapılan çoğu zaman görüntüyü kurtarmaktır. Ayrıca Esat’a bir zamanlar ‘kardeşim’ denilmesi hem bu ülkede büyük yatırımlar yapmak hem de Arabistan yarımadasına ulaşmak için köprü olarak kullanmaktı. Ancak Suriye’de iç savaşın çıkması üzerine Türkiye, S. Arabistan ve Katar gibi ülkeler rejimin kısa sürede yıkılacağını düşünerek IŞİD dahil neredeyse tüm radikal İslam örgütlerini desteklediler. Ancak bu radikal örgütlerin başarılı olamaması , Kuzey Suriye’de de Kürtlerin önemli başarılar kazanması Türkiye için tam bir açmaz oluşturdu. Körfez ülkelerinin Katar’a uyguladığı ambargoya karşı bu ülkeyi desteklemesi, Irak Kürdistan’ında yapılan referandumu destekleyecek yerde en şiddetli tepkiyi vermesi Türkiye’nin Ortadoğu’yu okuyamaması anlamına gelir.

Türkiye’nin Osmanlı hinterlandı üzerinde en etkili ülke olması iki nedenden dolayı olası değildir. Birincisi, Türkiye bunu başarabilecek askeri, siyasi, ekonomik kapasiteye sahip değildir. İkincisi küresel ve bölgesel etkili güçler bu duruma göz yumacak değillerdir.

Söz konusu devletlerin Ortadoğu politikaları özet olarak kaleme alınmış olup denizde bir damla kadardır.

Irak Kürdistan’ının bağımsızlığı için ‘doğmamış çocuğa don biçilmez’ diyenlere karşı ‘görünen köy kılavuz istemez’ deyimi ile karşılık vererek şunları söylemek istiyorum. Ortadoğu, dengelerin sürekli değiştiği kaygan zeminde bulunan bir coğrafyadır. Bu anlamda Irak Kürdistan’ı akılcı bir dış politika izlemeli ve bugün İsrail ve Rusya’nın mevcut desteğinin yarın ABD ve AB’nin önemli ülkeleri tarafından da verilebileceğini çünkü her ülkenin bu coğrafyada çıkarlarını gözeteceğini unutmamalıdır. Hatta bugün Kürdistan’ı sömürgeleştiren ve referanduma şiddetli tepki veren ülkelerin bile yarın ağız değiştirebileceklerini akıldan çıkarmamalıdır. Bu anlamda hem destek hem tepki veren hem de bugün için ikircikli davranan ülkelerin bu tavırları iyi değerlendirilmeli diyalog ve uzlaşı kapıları açık tutulmalıdır. Duygusallığın ve tabiri caiz ise horozlanmanın dış siyasette yeri yoktur Referandum öncesi uygulanan siyasetin bağımsızlık sonrasının teminatı olduğu söylenebilir.

SON SÖZ

25 Eylül 2017’de Güney Kürdistan’da yapılan referandumda hem katılım oy oranının hem de onay oy oranının oldukça yüksek çıkması ve referandumun kayda değer bir sorun yaşanmadan gerçekleşmesi Kürdistanı düşünen her Kürt gibi beni de oldukça mutlu etti. Yüzyıllardır esarete mahkum edilmiş halkımızın Irak’ta haklı mücadelesi sonucunda özgürlüğe ve bağımsızlığa giden yolda tüm engellerin yavaş yavaş ortadan kaldırılması için çaba sarf edenlere şükranlarımı sunuyorum. Bu durum diğer parçalardaki halkımızın hem moral - motivasyonunu arttıracak hem de onlara yol gösterici olacaktır. Bu anlamda yazıma farklı bir pencereden başladıysam da yaşanan olumlu gelişmelerden kaynaklı iç huzurumu ‘son söz’ olarak kaleme almaktan kendimi alamadım.

Irak Kürdistan’ı fazla gecikmeden ancak uygun zamanda bağımsızlığını ilan etmelidir. Bunun için öncelikle referandum yapılan hiçbir bölgede Irak Şii Yönetimine taviz vermemelidir. Bazı ülkelerin dayatması ile Irak yönetimi ile konfederasyon tipi bir yapılanmaya gitmemelidir. Bağımsızlık sırasında yapılacak anayasanın insan hak ve özgürlüklerine, demokrasinin evrensel normlarına uygun olması medeni ülkelerin ilgisini çekecek ve zamanla Kürdistan ile olan ilişkilerine olumlu katkı yapacaktır. Dahası demokrasinin Kürdistan’da olabildiğince solunması hem çevresindeki halklar hapishanesi teokratik, diktatöryal, ırkçı, faşist… devletlere kendilerine çeki düzen vermeleri bakımından zorlayıcı unsur olacak hem bu ülkelerde zincire vurulmuş halklar için örnek teşkil edecek hem de en azından insan hakları bakımından sömürgeci güçlere medeni ülkelerin baskı kurmasını sağlayacaktır. Kısacası bağımsız Kürdistan Ortadoğu’da uç veren çiğdem olma potansiyeline sahiptir. Zaten bu konularda şu an yapılan açıklamalar oldukça umut vericidir. Her bireyin ana diliyle eğitim yapacağı, birden fazla resmi dilin olacağı, diyanette her din ve mezhebin eşit şekilde temsil edileceği gibi söylemlerin gerçekleşmesi Kürdistan’a uluslar arası arenada saygınlık kazandıracaktır.

Ancak, Irak Kürdistan’ında aşiretçi-feodal yapı ekonomik alanda giderek zemin kaybetse de sosyal ilişkilerde oldukça etkilidir. Elbette bu bir kültürdür ve kültürel yapıların değişimi oldukça zaman alır. Geçmiş yüz yıllarda güçlü bir aşirete sahip olma isteği anlaşılır bir durumdur. Ancak bu durum günümüzde tutuculuğu beraberinde getirmekte ve özgür bireyin gelişmesi önünde ayak bağı oluşturmakta ve bireyi baskılamaktadır. Kürtlerin tarih sahnesinden çekilmeyişinin bir nedeni aşiretçi yapı olabilir ancak aynı yapı günümüzde özgür düşüncenin önüne duvar örmekte ve toplumun atılım yapmasını engellemektedir. Bizlik duygusu toplumun bütününü kuşatmaktan ziyade küçük birimleri kuşatmakta ve bu birimlerin güç gösterisi milletin damarlarındaki kanı heba etmektedir. Bu anlamda en güzel yasaları yapabilirsiniz ancak iyi bir hukuk devleti olamayabilirsiniz.

Print