|
BİR SÖYLEŞİ YA DA BİYOGRAFİM |
2022-04-12 14:42 |
|

Yargıç ve yazar Dr. Orhan Gazi Ertekin’in “Kürd’ü Savunmak” adlı yeni kitabı Epos Yayınları arasında çıktı. Kitap Kürt ulusal hareketi ve hukuk ilişkilerini konu edinmiş. İçinde benimle ilgili 10 sayfalık bir bölüm de var.
Sayın Ertekin bu eserinin hazırlık sürecinde benimle diyalog kurup “KÜRTLER, DİPLOMATLAR VE AVUKATLAR: Kürt Hak Hareketinin Doğuşu ve Yükselişi” adıyla yayınlayacağı kitabına benim biyografimin de girmesini istediğini iletmiş ve bu amaçla sorular yöneltmişti. Ancak kitap bana ulaştığında gördüm ki hem adı farklı, hem de verdiğim cevapların yalnızca küçük bir bölümü, Ertekin’in kendi yorumlarıyla birlikte yansıtılmış. Oysa hem sorular çok çeşitli hem de cevaplarım kapsamlıydı. Elbet, uzunluğu nedeniyle cevap metnimin tümünün kitapta yer alması mümkün değildi, bunu anlıyorum; belli ki bir seçme ve özetleme yapılmış…
Bu nedenle söz konusu soruların ve cevaplarımın tümünü aşağıda yayınlamayı yararlı buldum. Uzunca da olsa, benim öz yaşamımı, siyasal mücadelemi ve kültür alanındaki çalışmalarımı merak eden gençler dilerlerse zaman ayırıp okuyabilsinler. Arkadaşlarım ve dostlarım ise böylece hafızalarını tazelemiş olurlar.
Kemal Burkay
11 Nisan 2022
SORU 1-MÜKTESEBAT
a)Genel olarak
-Avukat ve siyasetçi Kemal Burkay’ı kısmen tanıyoruz. Peki avukatlık ve siyasetçilik halinin dışında kimdir? Nerede doğdu? Nasıl bir çocukluk geçirdi? Ailesinin kökenleri ve sosyal çevresi? Kürtçenin hangi Lehçesinde? Türkçeyi ne zaman ve nasıl öğrendi? Eğitimleri, aile geçmişi. İçine doğduğu veya sonradan dahil olduğu merkez ve kültür çevreleri? İlk eğitim sürecinde (Hukuk fakültesine kadar) yaşadığı ve sonraki dönemlerde de üzerinde etki bırakan olay, şey veya kişiler? Çocukluğunda yerel tarih ve genel siyaset-iktidar sürecine dair hatırlayabildikleri? Ailesinden ve ilk sosyal çevresinden tebarüz ettikleri? Bu dönemde hak, hukuk, adalet vb. gibi meselelere dair algılarınız konusunda neler söylersiniz?
CEVAP: Tunceli’nin Mazgirt İlçesi Dırban (Kızılkale) köyünde doğmuşum. Yıl belki 1937 belki 1938. Okula gideceğim zaman nüfusa kaydetmiş ve doğum tarihimi 1 Ocak 1937 yazmışlar. Günü, ayı, hatta yılı tam belli olmasa da doğumum şu ünlü 1938-Dersim olaylarına denk gelmiş. Annem, “Sen kundaktaydın ve uzaktan top sesleri geliyordu, askerin Dersim’i kırdığı günlerdi” diye anlatırdı…
Az topraklı yoksul bir köylü ailesi idik. Annem 9 çocuk doğurmuş. Bunlardan dördü daha bebek yaşta, çiçek, kızıl, kızamık ve benzeri hastalıklardan öldüler. Büyük Ağabeyim Mehmet Ali ise askerde zatürreden öldü. Biz, ikisi erkek, ikisi kız olmak üzere dört kardeş büyüyebildik.
Dırban çevredeki tüm köyler gibi bir Kürt köyü idi. Kürtçenin Kurmanci lehçesini konuşan Şadi aşiretine mensup bir köy. Ama annem daha kuzeye, Dersim merkezine düşen ve Zazaca (yerel adıyla “Dımılî”) konuşan Alan aşiretine mensuptu. Ben Türkçeyi yaşıtlarıma göre biraz erken zamanda, 4-5 yaşlarımda öğrendim. Bunun nedeni babamın eğitmen olmasıydı. Babam Rıza ve amcam İsmail, bizim köyde bir dönem var olan ve Arap harfleriyle eğitim yapan bir okulda okumuşlar. Babam askerde çavuşluk da yapmıştı. Bu nedenle Köy Enstitülerinin kuruluş aşamasında altı aylık bir kursa çağrılıp eğitmen yapılmıştı.
Mustafa ağabeyim, İnci ablam ve ben ilk üç sınıfı babamın eğitmenlik yaptığı komşu Canik köyünde okuduk. Daha sonra ilkokul 4. sınıfı 1,5 saat mesafedeki Mohundu nahiyesinde, 5. sınıfı ise kendi köyüm Dırban’da okudum. Mustafa Ağabeyim ilkokulu bitirince Malatya’daki yatılı Akçadağ Köy Enstitüsü’ne gitmişti. Ben de 1949 yılında, yani ilkokulu bitirdiğim yıl aynı Enstitüye gittim.
Okumaya daha babamın eğitmenli okulunda ilgi duydum. Köy Enstitüsü yıllarında ise iyi bir roman okuru idim. Özellikle Dostoyevski ve Zola ilgi duyduğum yazarlardı. Aynı dönemde ayrıca resim sanatına ve fiziğe ilgi duyuyordum.
Demokrat Parti döneminde 5 yıllık köy enstitüleri 6 yıla çıkarılıp öğretmen okullarına çevrildiler; eski sistem de değişti. Ben son sınıfta bir sürgün yaşadım ve Ergani’deki Dicle Köy Enstitü’nde bitirdim. Yıl 1955 idi ve 18 yaşımda idim. Öğretmen olarak tayinim Van’ın bir köyüne (Muradiye’nin Korsot köyü) çıktı.
Çocukluğumda ve enstitü döneminde siyaset hayatımızda yoğun değildi. Gerçi 1938 olayları daha taze idi. Zaman zaman sözü edilirdi. 1937-38 yıllarında çok acılı olaylar, kırım ve sürgün yaşanmıştı. Annemin akrabalarının da birçoğu kurşuna dizilmişti. Mazgirt köylerinde ise, bir silahlı çatışma yaşanmadığı için burası büyük çapta etkilenmemişti. Yine de yöre insanlarına gözdağı vermek için, hemen her köyden bazı önde gelen kişileri Mazgirt’e çağırıp infaz etmişlerdi. Bizim köyden bu şekilde Mazgirt’e gidip bir daha dönmeyen iki kişi vardı. Yine çevre köylerden bazı nüfuzlu kişiler de sürgüne gönderilmişlerdi. Ama Dersim’in Kalan, Hozat, Ovacık, Nazmiye ve Pülümür ilçelerindeki kıyım ve sürgün çok yoğundu. Büyükler daha sonraki yıllarda da olup bitenleri bazen kendi aralarında, adeta duyulmasından ürker gibi, alçak sesle konuşurlardı.
1956 yılında Elazığ’da lise bitirme sınavlarına girdim ve diploma aldım. Edebiyat, fizik veya resim dallarından birinde yüksek öğrenim yapmak istiyordum. Ama maddi durumum buna elvermedi. Öğretmen olarak mecburi hizmetim olduğu için burs da alamazdım. Bu nedenle hiç de düşünmediğim bir fakülteye, devam mecburiyeti olmayan Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum.
Kürt sorunu ve sosyalizm konusundaki bilinçlenmem de bu döneme rastlıyor, 19-20 yaşlarıma denk geliyor.
Van’ın Korsot Köyü’nde iki yıl öğretmenlik yaptım. 5 sınıflı okulun tek öğretmeni idim. Çocuklar okula başlarken Türkçe bilmiyorlardı ve ilk iş olarak onlara Türkçe öğretmek gerekiyordu. Bu ise kolay değildi. Ben Kürtçe bildiğim için bu nispeten kolaylık sağlıyordu. Kürt dili ve Kürtler o yıllarda da zaten yok sayılıyordu. Bu durum daha o dönemde bana çok ters gelmiş, tepki göstermiş, hatta öğrencilerimle Kürtçe konuşup kara tahtaya bazen Kürtçe yazmıştım…
* * *
b)Hukuk Eğitimi
Hangi hukuk fakültesi, nasıl tercih ettiği, fakültedeki eğilimleri, ilgileri, ilişkileri, gündemleri, temel soruları ve cevapları, kimlerden ders aldığı, izlenimleri? Okul dışı ilişkileri, ilişki kurduğu çevreler, gruplar, kesimler? Sosyal ve kültürel hayatı? İdeolojik- politik eğilim ve buna dair çalışmaları veya konumu? Dönemin siyasal gelişmeleri ile ilişkisi? Bakışınız konusunda neler söylersiniz?
CEVAP: 1956 yılında liseyi, Elazığ Lisesi’nde sınavlara girerek dışardan bitirdim ve Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum. Devam mecburiyeti olmayan bir okuldu. Bu sayede, bir yandan öğretmenlik yaparken boş zamanlarımda derslere hazırlanıyor ve yıl sonunda sınavlara giriyordum. 1958 yılında 3. Sınıfa geçince öğretmenliği bıraktım, sınava girip Tarım Bakanlığı’nda muhasebe memurluğu yaptım. Böylece son iki yıl da Ankara merkezde oldum ve dört yılda, bütünlemeye de kalmadan Ankara Hukuk Fakültesi’ni 1960 yılında bitirdim. Bu dönem hem sosyalizme hem de Kürt sorununa ilişkin görüşlerimin netleştiği bir dönemdir.
O yıllar legal sosyalist bir örgüt yoktu ve sol kitaplar da henüz yayın hayatına girmemişti. Ama okuduğum edebi eserlerden ve fakültenin ders kitaplarından edindiğim bölük pörçük bilgilerle kendimi sosyalist sayıyordum. Bunlardan biri anayasa hukuku hocası Doçent İlhan Arsel’in ders kitabıydı ve orada sosyalist renkler içeren sosyal demokrasi iyi biçimde işlenmişti. Orhan Koloğlu’nun ekonomi ders kitabı ise Marksizmden söz etmese bile sosyalizmi anlatıyordu ve anlatıldığı kadarıyla tam gönlüme göre idi. Amme hukuku hocası bir profesör ise (adını hatırlamıyorum) ideolojileri tartışırken eşitlik ideallerini içeren, zaman içinde paranın ve devletin ortadan kalkacağı sistemleri, komünizmi ve anarşizmi ele alıyor, ama bunları gerçekçi olmayan bir düş olarak niteliyordu. Ne var ki ben bu düşü sevdim!
O dönemde Ankara’daki arkadaşlarımın bir bölümü Dersim yöresinden hemşehrilerimdi. Bazıları ise o dönem tanıştığım Batılı, Türk, edebiyatsever arkadaşlardı. Onlar da aynı zamanda sosyalist görüşler taşıyorlardı.
Yine o yıllarda Kürt ulusal hareketi, uzun yıllar süren bir sessizlik döneminden sonra aydınlar arasında, üniversite çevrelerinde kımıldamaya, canlanmaya başlamıştı. Bu canlanış yayın planında da yansıyordu. Buna karşılık baskılar da gecikmedi. 1959 aralık ayında bir operasyonla 49 Kürt aydını gözaltına alınıp İstanbul Harbiye’deki hücrelere kondular. Kürt devleti kurmaya çalışmakla suçlanıyorlardı. Bu olay, bazı tanıdığım Kürt öğrencileri ürkütüp sindirirken bende, tam tersine kamçı etkisi yaptı ve Kürt sorununa karşı ilgim arttı.
Söz konusu dört yıllık dönem, gerek Köy öğretmenliğim yıllarında, gerek Ankara’da, edebiyat üzerine yoğunlaştığım, şiir, hikâye ve roman alanında ilk ürünlerimi verdiğim ve bu ürünlerin bazısının edebiyat dergilerine yansıdığı bir dönemdir. Fakülteyi bitirdiğim yıl “Yaşamanın Ötesinde” adlı ilk romanımı da yazmıştım. Bu roman 1963 yılında Vatan Gazetesi’nde tefrika edildi ve yıllar sonra “Hayat Seni Sürükler” adıyla kitap halinde yayınlandı.
* * *
Soru 2 - NOSYON?
a)Mesleki süreç
-Avukatlığa girerken ilk beklentileri? Nasıl başladı? Staj? Mesleği edinme-benimseme-ilerleme süreci? Kimden veya kimlerden el aldığı? Kimleri takip ettiği? Kendi tarihini kimlerle başlattığı? Nereye, hangi gruba dahil olduğu veya olmadığı? Avukatlık içinde Dostları, Yoldaşları, rakipleri? Polemikleri? Tartışmaları? Performansınız?
CEVAP: Fakülteyi bitirince bürokraside bir görev edinmek, yargıç ya da savcı olmak gibi bir düşüncem yoktu. Serbest avukatlığı düşünmüştüm. Ama staj döneminde geçimimi sağlayacak maddi olanaklarım yoktu. Bu nedenle avukatlık stajını askerlik dönüşüne bıraktım. Ama askere de daha altı ayım vardı. Benzer durumdaki bir arkadaşın tavsiyesiyle bu altı ay boş kalmamak için kaymakamlık stajına baş vurdum ve Elazığ Valiliği’nde staja başladım. Bu maaşlı bir stajdı.
Bu arada askerlik için de başvurdum ve Aralık 1960’ta Ankara’da, Piyade Yedek Subay Okulu’nda eğitime başladım. Altı aylık eğitimin ardından asteğmen olarak Erzurum’da kıta hizmetine başladım. Askerlik döneminde yazı çalışmalarımı sürdürdüm ve “Çiçekler ve Zincirler” adlı ikinci romanımı yazdım. 1962 sonbaharında iki yıllık askerlik hizmeti bitti ve Elazığ’a döndüm, kaymakamlık stajını kaldığı yerden sürdürdüm. Dönüşümden kısa süre sonra Adana’nın Osmaniye İlçesi’nde satjiyer kaymakam olarak görevlendirildim. Osmaniye o zaman 30 bin nüfuslu bir kentti. Ama bu görev çok sürmedi. Benim Kürt sorunu ile ilgimi ve sosyalist görüşlerimi tespit etmiş olan yönetim, üç ay geçmeden beni merkeze, yani kızağa çekti.
İçişleri Bakanlığında bir süre herhangi bir iş de verilmeden kızakta tutuldum. Özlük İşleri Müdürü beni çağırarak “Bu meslekte sana gelecek yok, kendine başka bir iş bulsan iyi edersin” dedi. Ben de bu arada zaten Ankara adliyesinde avukatlık stajına başlamıştım ve onun bitmesini bekliyordum. Ama bu ikisi bir arada olmazdı, farkına varırlarsa avukatlık stajım yanardı. Bu nedenle İçişleri Bakanlığı’ndaki işimden istifa ettim, Yine parasız kalmıştım. Bu kez de Aydınlıkevler Ortaokulu’nda ücretli İngilizce dersi öğretmenliği bularak sorunu çözdüm.
Avukatlık stajım 1964 yazında bitti. Emekli sandığında birikmiş 5000 liramı çekerek Elazığ’a taşındım. Adliyenin hemen karşısında boşalan bir avukatlık yazıhanesinin eski püskü eşyalarını devralarak avukatlığa başladım. Aynı dönemde ilk eşim Tasvir’le tanışıp evlendim.
* * *
b)-Hukuk ve yargı analizleri? Hukuk ve yargıda temel gündemleri? Dertleri? Tasaları? Talepleri? Takip ettiğiniz meseleler nelerdi?
c)-İnsani dünyaları, şahitlikler, sürekli kendini hatırlatan davalar, olaylar, kişiler kimlerdi?
-Avukatlık ile ekonomik, sosyal, kültürel ilişkisinin boyutu? Kültürel boyutu? Duygusal boyutu? Bizzat avukatlığa bakış açısı? Ve buna dair sorunlar nelerdir?
CEVAP: Avukatlık mesleğine başladığım 1964 yılına kadar olan hayat hikâyemden de anlaşılacağı üzere benim tutkum sanata ve edebiyata idi, hukuk alanında veya avukatlıkta parlak bir gelecek, bir kariyer beklemiyordum. 1965 yılında bir grup edebiyatsever ve aydın arkadaşla birlikte Elazığ’da “Çıra” adlı aylık bir edebiyat dergisi çıkardık. Ben yönetiyor ve yazılarının da önemli bir bölümünü yazıyordum.
Siyasete girmeme sosyalist görüşlerim yol açtı. Elazığ’da avukatlığa başladığım yıl, benim gibi sosyalist görüşler taşıyan 3-4 kadar avukat arkadaşla birlikte Türkiye İşçi Partisi’nin Elazığ il örgütünü kurduk, 1965 seçimlerine katıldık. Çevre illerde, Tunceli ve Bingöl’de TİP’in örgütlenmesinde görev aldım. 1965 seçimlerinde yaşımı büyütüp Bingöl’de TİP’ten milletvekili adayı oldum, seçim çalışmalarını yürüttüm. Bütün bunlar benim bir hayli zamanımı aldı ve avukatlık işlerimi de ister istemez aksattı.
Aldığım davalar da daha çok yoksul insanların, işçi ve köylülerindi. Fazla ücret ödeyecek durumları yoktu, hatta bazılarına parasız giriyordum. Erzurum’da komünizm propagandası yapmakla suçlanıp tutuklanmış iki üniversite öğrencisi kendilerini savunacak avukat bulamamışlardı. Bu nedenle otobüsle Erzurum’a gidip geldim. Oldukça uzak bir mesafe idi, yol Tunceli ve Erzincan’dan geçiyordu. Vekaletlerini alıp duruşmalarına girdim. Sanırım oldukça iyi bir savunma yaptım. İlk duruşmada tahliye edildiler, ikincisinde ise beraat ettiler. O dönemde Erzurum tutuculuğuyla ünlü bir kent olsa da orada da “yargıçlar vardı…”
Soru-3 - EDA, TARZ, ÜSLUP?
-Dava Taktikleri, girişimleri? Avukat, Hakim, Savcı ilişkileri? Müvekkil ile ilişkileri? Kalem ile ilişkileri ve taktikleri? Adliyedeki iktidar oyununa dair gözlemleri? Müvekkile-hakime-savcıya yönelik taktikleri? Adliyedeki rollere, aktörlere dair bakış açısı?
CEVAP: Hem aldığım bazı davalar, hem de avukatlık mesleğinin –inceliklerini demeyeyim-ama, hilesi-hurdasını pek bilmediğim, tercih de etmediğim için Elazığ adliyesinde bazı savcı ve yargıçlarla takıştım, icra dairesinde iş izleyemez oldum. (Bunları Anılarımın 1. Cildi’nde ayrıntılı olarak yazmışım.) Bu nedenle 1966 yılında avukatlık büromu Tunceli’ye taşıdım. Bu taşınma sırasında da Tunceli’de yani kendi memleketimde yer bulmak bayağı zor oldu. Sosyalist olduğum için “tehlikeli” sayılıyordum ve küçük bir dükkan sahibi olanlar bile, mülk düşmanı olduğumuzu düşünerek bize karşı tavırlı idiler…
1972 yılına kadar 6 yıl süreyle Tunceli’de avukatlık yaptım. Aynı zamanda yoğun siyasi çalışmalar içinde oldum. Bu dönemde avukatlık işlerine ve genel olarak hukuk mesleğine bakış açımı Anılarımın 1.. Cildi’nde “Avukatlık İşlerim” adlı bölümde özetle anlatmışım. Bu bölümü aşağıya alıyorum:
Avukatlık İşlerim
Tüm bu kesintilere, yoğun siyasi çalışmalara rağmen Avukat olarak işlerim fena değildi. Ancak bana gelenler daha çok yoksul kesimdi ve ben de yüksek ücret almıyordum.
Elazığ adliyesinin aksine, Tunceli adliyesi ile, bir tüm olarak ilişkilerim iyiydi. Bu, yöntemimi değiştirdiğim, avukatlık mesleğinin hilesine hurdasına ayak uydurduğum için değildi elbet; bu bakımdan bende bir şey değişmemişti. Ama burası küçük bir yerdi. Belki biraz şanslıydık, buraya iyi insanlar geliyordu! Belki gelenler, genellikle gençler, mesleğe yeni başlayanlar oldukları için henüz yozlaşmamışlardı, ideallerini koruyorlardı. Ayrıca kişisel tanışıklıkların da payı vardı. Dürüst çalıştığımı biliyor ve hemen tümü bana güven duyuyorlardı.
Bir kez bir hukuk davasında, genç bir yargıç, hangi tarafın haklı olduğu konusunda tereddüte düşmüş, bu davada taraf avukatı olduğum halde, bana dönerek:
“Kemal Bey, gerçekten bu işin içyüzü ne?” diye sormuştu.
Yine de, birçok nedenle hukuk mesleğine ve avukatlığa ısınamıyordum. Yaptığım işi yaratıcı görmüyordum.
İnsanlar bir alacak verecek meselesinden, tarla sınırı yüzünden, ya da hiç yoktan çekişirlerdi ve biz taraftık. Bazan kafa göz yarılır, insanlar ölür, biz taraftık. Bu tür işleri izlemek, tarafları, tanıkları, avukatı, savcıyı yargıcı dinlemek ve bu konu üstüne yazmak, konuşmak çoğu kez bana saçma, bazan da tiksindirici görünürdü. Sonuçta ne yapmış oluyordum? Tarla ya da arsa birinden alınıp ötekine verilince biz sevinir ya da üzülürdük.. Birisi ceza giyince ya da beraat edince biz sevinir ya da üzülürdük.. İnsanların para, mal-mülk, kapris, hatta bazan düpedüz saçma düşünceler, ilkel duygular yüzünden boğuştukları, birbirlerini yedikleri bir yoz düzenin vidası gibi görürdüm kendimi. Oysa yapılacak şey bu bozuk düzeni ve insanı değiştirmek, bu kavgaları, çekişmeleri tarihe gömmekti. İnsanlar bir zindanın içindeydiler ve habire birbirlerinin boğazına sarılıyorlardı. Yapılacak şey zindan duvarlarını yıkmak, ışığa, yeni bir yaşama açılmaktı. Ben hep güzel kitaplar yazmayı düşünmüştüm; insanlara haz ve mutluluk verecek, onları düşündürecek, iyi ve güzel şeylere yöneltecek kitaplar; şiirler, hikayeler, romanlar... Sonra bir politik kavganın içine girdim; bu da dünyayı düzeltmek içindi. İnsanın insana zulmetmediği, sömürüsüz, eşitlikçi, barışçı, özgür bir dünya için... Peki şimdi yaptığım neydi? zamanımın büyük kesimi, ekmek parası için işte bu tozlu koridorlarda, adliyenin bu soğuk duvarları arasında, küf kokan hukuk ve ceza davalarının dosyaları arasında geçiyordu... Kendimi bu dünyaya yabancı gibi görüyordum.
Hukuk dilinin kendisi de bana sıkıntı veriyordu. Bu dil sıradan insan için, hatta hukukçu olmayan biri için anlaşılmazdı. Bilmece-bulmaca gibiydi. Edebiyatla uğraşan, o dilde düzgün, akıcı konuşmayı ve yazmayı seven biri içinse bu düpedüz işkenceydi.
Bizim oralarda yalancı tanıklık çok yaygındır. Namus ve şeref üzerine yapılan yemine rağmen, insanlar mahkemelerde, ekmek peynir yer gibi yalan söylerler. Davalarda bilirkişi, ya da tanık olarak dinlenen köylüler, aşiret ve akrabalık ilişkilerine göre kendi yandaşlarından yana beyanda bulunurlar. Bu nedenle birinin dediği diğerini tutmaz. Yargıçlar da bu düzmece ifadelere bakarak karar vermek zorundadırlar. Bu nedenle, gerçeğin saptanması ve adil bir karara varmak oldukça güçtür.
Avukatlar da davaları kazanmak için çoğu zaman bu düzmece ifadelere öncülük eder, işin hilesini hurdasını gösterirler. Bu tür küçültücü şeyleri asla yapmadım. Bir keresinde, Mazgirt’teki bir duruşmada, müvekkilimin yalan söylediğini fark edince tepem attı, yargıca döndüm, “müvekkilim yalan söylüyor, ben böyle davayı izlemem,” diyerek hemen duruşma salonunu terk ettim.
* * *
SİYASİ ÇALIŞMALAR-TUNCELİ DÖNEMİ
Tunceli’de avukatlık yaptığım bu 5-6 yıllık dönemde aynı zamanda çok yoğun siyasi çalışma içinde oldum. Tunceli’de Yerel seçimlere, Milletvekili ve senato seçimlerine girdik. 1969 seçimlerinde Tunceli’de TİP’ten milletvekili adayı idim. % 20 oranında oy aldık ve seçimi az bir farkla kaybettik.
Tunceli’de “Ezilenler” adında tek yapraklı, 15 günlük bir gazete çıkardık; 28 sayı yayınlandı.
“İlerici Gençlik Derneği” adıyla bir gençlik derneği kurduk.
1967 yılında Ankara’da yayınlanan “Yeni Akış” adlı dergide, Kürt sorunuyla ilgili yazdığım “Herşey Açıkça” adlı makale nedeniyle, derginin yöneticisi ve sorumlu yazı işleri müdürü diğer iki kişiyle birlikte tutuklandım. Ankara Ulucanlar’da 6 ay tutuklu kaldım. Toplu Basın Mahkemesi’nde görülen davanın ilk duruşmasında tahliye edildik, daha sonra beraat ettik. O zaman Ankara’da da “Yargıçlar vardı...”
1968 yılında yapılan TİP 3. Büyük Kongresi’nde Genel Yönetim Kurulu’na, ardından Merkez Yürütme Kurulu’na seçildim.
1969 yılında Erzincan’a TİP örgütünü kurmak için gittiğimde tertipli bir saldırıya uğrayıp yaralandım. Buna rağmen TİP örgütünü kurarak döndüm.
1969 sonbaharında Halk Oyuncuları adlı tiyatro grubu, “Pir Sultan” piyesini oynamak üzere Tunceli’ye gelmişlerdi. Oyun yasaklandı. Biz ve oyuncular temsil için direnince olaylar çıktı, oyuncularla birlikte gözaltına alındık, işkence gördük. Olayda ölen ve yaralananlar oldu ve bu olay ülke çapında çok yankı yaptı. 40 kişi kadar tutuklandık. Tam da seçim öncesiydi. .
12 Mart 1971 darbesinin ardından, önce, “Elrom Davası” olarak bilinen olay nedeniyle (İsrail Konsolosu Elrom kaçırılmıştı), 50 kadar seçkin politikacı, sendikacı, yazar ve akademisyenle birlikte “rehine olarak” gözaltına alındım. Aramızda Prof. Muammer Aksoy, Prof. İsmet Sungurbey, Yaşar Kemal, Kemal Türkler, Sadun Aren, Behice Boran, Tarık Ziya Ekinci vardılar. Bir ay kadar İstanbul’da Davutpaşa Kışlası’nda kaldık. Bir ay sonra rehinelerin bir bölümü bırakıldı, bir bölümümüz ise başka davalarda yargılanmak üzere tutuklandık. Ben önce 4 ay süre ile Ankara’da TİP davası nedeniyle Mamak’ta, daha sonra da Kürt aydın ve yurtseverlerinin yargılandığı DDKO davası nedeniyle Diyarbakır’da tutuklu kaldım.
Her iki davadan da tahliye olduktan sonra da baskılar sürdü ve Ankara mahkemesi yeniden tutuklama kararı verdi. Bunun üzerine teslim olmadım ve 1972 yazında eşimi ve üç çocuğumu İstanbul’a naklederek güney sınırından Suriye’ye, oradan Lübnan’a, sonra Bulgaristan üzerinden Federal Almanya’ya geçtim.
Bu ilk sürgünlüğüm iki yıl sürdü. Federal Almanya’da Konstanz, Münich, Frankfurt gibi kentlerde kaldım. O dönemde Kuzey Kürtlerinden bir grup solcu arkadaş Almanya’da HEVRA (Birlik) adında bir örgüt kurmuşlar ve Rohahi (Aydınlık) adında bir dergi çıkarıyorlardı. HEVRA’nın çalışmalarına yardımcı oldum. Bu sürede elime bol Kürtçe materyal geçti. Kürtçe yazı dilimi geliştirdim ve Ronahi’de Kürtçe ve Türkçe yazılar yazdım. Kürt sorununa ilişkin ilk ve temel teorik görüşlerimi de bu dönemde kaleme aldım. Bunlar “Türkiye Şartlarında Kürt Halkının Kurtuluş Mücadelesi” adı altında kitap halinde Hevra Yayınları arasında yayınlandılar. Bu kitapta dile getirilen görüşler, 1975 yılı başında kurduğumuz Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi’nin (TKSP) temel görüşleri oldu.
Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi 1965 yılında illegal olarak kurulmuştu. Biz Kuzeyli Kürt solcuları ise Türkiye İşçi Partisi içinde örgütlendik. Hem demokrasi ve sosyalizm mücadelesini Türk ve öteki halklardan yoldaşlarımızla birlikte yürütüyorduk, hem de Kürt sorununun çözümünün bu ortak mücadelenin ürünü olacağı kanısında idik. Ne var ki zamanla görüşümüz değişti. Türk solu Kürt sorununa ilişkin olarak ilkeli bir tutum takınamadı, “sosyalizm gelsin bu sorun çözülür,” anlayışında idi. Türkiye İşçi Partisi 1970 yılındaki 4. Kongresinde Kürt kanadının etkisiyle Kürt sorununa ilişkin iyi bir karar da aldı. TİP 12 Mart döneminde bu gerekçe gösterilerek kapatıldı. Ama yöneticiler, mahkemede bu kararı gereği gibi savunmadılar. Öyle olunca da daha yurt içinde olduğum 1971-72 döneminde bir bölüm arkadaşta ayrı bir Kürt sosyalist partisi kurma yönünde bir eğilim belirmişti.
1974 yılında Ecevit liderliğinde yeni hükümet kurulup af çıktıktan sonra yurda döndüm. Bir grup arkadaşla yaptığımız görüşmelerin ve hazırlıkların ardından 1975 yılı başında Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi’ni (TKSP) kurduk. Ben Partinin Genel Sekreterliğine seçildim. Parti elbet o koşullarda zorunlu olarak illegaldi. Kuruluştan kısa süre sonra aylık Özgürlük Yolu Dergisi’ni çıkardık ve siyasi hareketimiz kamuoyunda bu adla tanındı. 1977 yılında ise 15 günlük Kürtçe-Türkçe Roja Welat (Yurt Güneşi) gazetesini yayın hayatına soktuk. Hem dergi hem gazete Kürt kamuoyunda büyük yankı yaptı. Özgürlük Yolu Yayınları’nı başlattık ve hem sosyalizm, hem de Kürt sorunu, Kürt dili ve tarihi ile ilgili olarak bir dizi kitap yayınladık. Sosyalist görüşleri ve Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde Kürt sorununun eşitlikçi çözümünü savunuyorduk. Bu ya ayrı devlet ya da eşitlikçi bir federal çözümdü. Ülke ve bölge koşullarını göz önüne alarak iki halkın bir arada yaşamasını mümkün kılan federal çözüme ağırlık verdik. Mücadelemizi Türk halkının devrimci ve demokratik güçleriyle birlikte yürütme anlayışı ve enternasyonalizm temel ilkelerimiz arasındaydı.
Kısa sürede nispeten yaygın bir örgütlenme ve iyi bir kitle tabanı sağladık. Legal planda Partimizin görüşlerini savunan Devrimci Halk Kültür Dernekleri oluştu ve birçok il ve ilçede örgütlendiler. Türkiye ölçeğinde işçi sendikalarında ve demokratik kitle örgütlerinde varlık gösterdik. 4 Yıl süreyle 200 bin üyeli Türkiye Öğretmenler Birliği’nin (TÖB-DER) yönetiminde yer aldık. 1977 yılında Diyarbakır’da, 1979 yılında ise Ağrı’da bağımsız olarak gösterdiğimiz yoldaşlarımız belediye başkanlıklarını kazandılar.
1974 yılında, yurda döndüğümde avukatlık yazıhanem kalmamıştı elbet. Yeni bir yazıhane açmak için param da yoktu. Ankara’ya taşındım ve bir dosttan 5000 lira borç edip bir masa aldım ve Ziya Acar arkadaşımın yazıhanesinde avukatlığa başladım. Ne var ki birkaç dava aldımsa da yoğun siyasi çalışmalar ve yayın çalışmaları nedeniyle avukatlık işini etkin biçimde sürdüremedim.
Bu dönemde yaptığımız işlerden biri de, 72 kadar avukatla birlikte Ankara’da Çağdaş Hukukçular Derneği’ni kurmak oldu. Kurucuların bir bölümü Ankara Barosu’ndan, diğerleri İstanbul, İzmir, Adana, Konya ve Gaziantep barolarına bağlı avukatlardı. Halit Çelenk başkan, ben saymandım. Yönetim kurulunda PSK’nın da kurucusu olan arkadaşım Avukat Ziya Acar, TİP’ten eski Senatör Niyazi Ağırnaslı, Avukatlar Nevzat Helvacı ve Erşen Sansal vardılar. Çağdaş Hukukçular Derneği kısa zamanda önemli bir gelişme gösterdi, etkin bir demokratik kitle örgütüne dönüştü. Özellikle İstanbul’da “Çağdaş Avukatlar” birçok kez baro başkanlığını kazandılar.
Irak Kürdistanı’ndan Celal Talabani ile bu dönemde tanıştım. Bazı arkadaşlarıyla birlikte Ankara’ya gelmişti. Onlar da bizden kısa bir süre sonra Irak Kürdistanı’nda “Kürdistan Yurtsever Birliği” adlı örgütü kurmuşlardı ve programları bize yakındı, sol çizgide idiler. Yine aynı dönemde İran Kürdistan Demokrat Partisi Genel sekreteri Kasımlo ile tanıştım ve evimde konuk ettim. O da Ankara’ya gelmişti. 1980 sonrası ikinci sürgünlük dönemimde yurt dışında ve İran-Irak Kürdistanı parçalarında (onlar o dönemde gerilla savaşı yürütüyorlardı) birçok kez görüştük. Yine 1980’li yıllarda Irak Kürdistanı Demokrat Partisi lideri Mesut Barzani ile de tanıştım ve onunla da diyalogumuz yurt dışında ve Irak Kürdistanı’nda devam etti. Aynı dönemde Suriye’deki Kürt hareketinin liderleriyle de tanıştım. Özellikle Suriye Kürtleri İlerici Demokrat Partisi ve onun lideri Hemit Devrêş ile ilişkilerimiz sıcaktı.
Biz söz konusu parçalarda mücadele yürüten Kürt örgütlerinin işlerine karışmadık ve böyle bir şeyi yanlış bulduk. Ama onların mücadelesine kardeşçe dayanışma gösterdik, yanlışlarını ise dostça eleştirdik ve uyardık. Bunun ötesinde Değişik parçalardaki örgütlerin dayanışma ve yardımlaşması için bir ulusal kongrenin gereğini savunduk ve onlarla birlikte bunun için çalıştık.
Kuzey parçasındaki mücadeleye gelince bu parçada bizim dışımızda birçok örgüt oluşmuştu. Biz bunu bir yönüyle doğal buluyorduk. Herkes sosyalist değildi. Ama örgütler arasında ortak hedeflere yönelik olarak bir cephenin gereğine ve yararına inanıyorduk, bunun için de sürekli olarak çalıştık.
Öte yandan, Kuzey parçasında, 1970’li yılların sonlarına doğru ortaya çıkan PKK farklı bir örgüttü, Sahneye çıkar çıkmaz diğer tüm Kürt örgütlerini işbirlikçi ve hain ilan etti, onlara karşı saldırılar başlattı. Bizce PKK Kürt hareketine karşı devreye sokulan bir proje idi. PKK’nın bu tutumu bugün de devam etmekte.
* * *
12 Eylül Darbesi öncesi, Nisan 1980’de yine güney sınırından, Suriye ve Lübnan üzerinden Avrupa’ya geçtim. Darbe olunca artık dönemedim. Bu ikinci sürgünlüğüm 31 yıldan fazla sürdü. 1982 yılında İsveç’e siyasi iltica talebinde bulundum. Eşim ve çocuklarım da aynı yıl Suriye üzerinden İsveç’e geçtiler.
31 yıl süren bu ikinci sürgünlük döneminde partimi yurt dışından yönettim. Federal Almanya ve öteki Avrupa ülkelerinde Kürt işçi ve aydınları arasında iyi biçimde örgütlüydük. Kürdistan İşçi Dernekleri Federasyonu (KOMKAR) adında bir örgütlenme de sağlamıştık ve KOMKAR hem kültürel çalışmalar, hem de politik gösteriler bakımından çok etkindi. Ben de söz konusu dönemde ülke ülke dolaştım, düzenlenen pek çok toplantı ve konferansta konuştum, pek çok diplomatik görüşme yaptım. Aynı zamanda sürekli olarak yazdım, teorik, politik ve kültürel nitelikte pek çok kitabım ve broşürüm yayınlandı.
* * *
Soru- SİYASİ MİRAS?
Siyasi Çalışmaları, parti kurma hazırlıkları, çalışmaları. Talabani ile ilişki ve iletişiminiz? İbrahim Ahmad ile tanıştınız mı? Anlatabilir misiniz izlenimlerinizi?
-Kürtlük anlayışınız nedir? Etnik-kültürel siyasal meseleler? Dersim geleneği ile Hewler’e kadar uzanan geniş kültürel alanda birbirinden farklı Kürtlük hallerini birleştirecek anayasal formüller nelerdir? Kürt kamu hukuku düşüncesi ve pratikleri üzerine ne düşünüyorsunuz? (Özellikle Kürt bölgesel yönetimi, mevcut kuzey Suriye’deki yeni yönetim tecrübeleri ile Kürt belediyeciliği tecrübeleri yönünden..,)
-Türkler ve Kürtlerin ayrılma ve birarada yaşama sorunlarına ne diyorsunuz? Martin Luther King gibi Türklerle Kürtlerin eşit haklarda biraraya getirmek yeterli mi? Yoksa Malcolm X gibi Kürtler zaten ayrı bir millettir ve kendi devletlerini kurmalıdırlar mı diyorsunuz?
CEVAP: Ben sosyalist bir Kürdüm. Alevi-Kürt olan Dersim yöresinde doğup büyüdüm. Ama din ve mezhep ayrımı yapmam. Müslüman-Hristiyan, Yahudi; Sünni-Alevi-Ezidi gözümde aynıdır. Tüm halkları kardeş görüyorum, onları yönetenler bazen ne denli zalim ve ırkçı olsalar da. Hangi halktan ve inançtan olurlarsa olsunlar, sömürülen kitlelere, baskı gören gruplara dostum. Yani hem kendi halkımın özgürlüğü için mücadele ediyorum hem de sömürüye, baskıya uğrayan tüm halklara, gruplara dostum, enternasyonalistim. Emekçilerin, kadınların, diğer canlıların haklarını savunurum, doğal çevreyi titizlikle korumaktan yanayım.
Kürtler Ortadoğu’da eski bir dile, tarihe sahip, nüfusu günümüzde 50 milyona ulaşan bir ulustur. Kendi kaderlerini serbestçe belirlemek (self determinasyon) tüm uluslar gibi onların da hakkıdır. Ama ne yazık ki ülkeleri birkaç devlet arasında bölünmüş ve bu parçalarda genellikle dilleri bile yasaklanmış, yok sayılan, yok edilmek istenen mazlum bir halktır. Bu nedenle sorun oldukça karmaşık. Çözüme gelince, bu konuda gerçekçi olmak, ulusal ve uluslararası koşulları, somut durumu göz önüne almak gerekir. Ben başından beri federal çözümü koşullara uygun buldum. Yani Kürt halkı bulunduğu her parçada, federal bir statü ile, eşitlik temelinde diğer halklarla bir arada yaşayabilir. Dünyamızda bunu hayata geçirmiş, böylece ulusal sorundan kaynaklanan ciddi sorunları çözmüş pek çok ülke var. Türkiye de bunu yaparak barışa ve demokrasiye ulaşabilir, kaynaklarını şiddete, savaşa, yıkıma değil, ekonomik ve sosyal gelişmeye yöneltebilir.
Ben yıllar boyu bunu savundum ve yönettiğim, desteklediğim siyasi partiler de bunu yaptılar.
Kürtler iki yüzyılı aşkın süredir özgürlükleri için zorlu bir mücadele yürütüyorlar. Başlarda bu işin başını çekenler, toplumun feodal yapısı nedeniyle beyler ve şeyhlerdi. Mir Bedirhan, Abdurahman Paşa Baban, Şeyh Ubeydullah, Şeyh Ahmet Barzenci, Şeyh Sait, Seyit Rıza, Kadı (Gazi) Muhammed gibi… Ama zamanla örgütlü yapılar da devreye girdi. Özellikle 20. Yüzyılın 2. Yarısından sonra aydınların rolü arttı ve yurtsever, sol renkte örgütler sahneye çıktı.
Söz konusu bölünmüş olma hali nedeniyle Kürt halkının özgürlük mücadelesi çok zor şartlarda cereyan ediyor ve mücadele eğrisi oldukça inişli çıkışlıdır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında İran’da ortaya çıkan uygun koşullar nedeniyle (İran’ın işgale uğraması ve Sovyet desteği) Mahabad Kürt Cumhuriyeti oluştu. Ne yazık ki Kürtlerin bu ilk göz ağrısı ayakta kalamadı; savaş sonrası Sovyetler bölgeden çekildi ve ABD ile İngilizlerin desteğini alan İran merkezi yönetimi ona ve yine bölgedeki Azeri Cumhuriyeti’ne son verdi. 1978 yılında Şahlık rejiminin yıkılışının ardından İran KDP’nin öncülüğünde sürdürülen gerilla savaşı ise bazı kesintilerle bugün de devam etmekte.
Güney Kürdistan’da 1960’lı yıllarda Mustafa Barzani’nin liderliğinde başlayan gerilla savaşı da inişli çıkışlı bir süreç izledi. 1970 yılında merkezi hükümetle yapılan anlaşma sonucu Güney Kürdistan’a otonomi tanındı. Ama merkezi hükümet anlaşmaya uymadığı için savaş yeniden başladı ve 1990 yılına, Birinci Körfez Savaşı’na kadar devam etti. Bu arada Irak diktatörü Saddam önce İran’la uzun bir savaşa tutuştu, sonra Kuveyt’i işgal ederek nerdeyse tüm dünyayı karşısına aldı. ABD’nin liderliğindeki müttefik güçlerce 1990 yılında hızla ve ağır bir yenilgiye uğratıldı. Kürtler yeni elverişli ortamda otonomiyi hayata geçirdiler. Demokratik seçimler sonucu Başkent Hewlêr’de (Erbil) Kürdistan parlamentosu ve hükümeti oluştu. Sonra bu statü federasyona dönüştürüldü. 2003 yılındaki 2. Körfez Savaşı’nın ardından Irak’ın yeni anayasası Kürdistan Bölgesinin federal statüsünü tanıdı.
Bu Kürtler bakımından, iç ve dış dinamiklerin olumlu biçimde kesişmesiyle ortaya çıkan çok önemli bir gelişmedir. Kürtler 1990 yılından beri burada Ortadoğu ölçülerine göre oldukça ileri demokratik bir sistem oluşturdular ve bölge ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan büyük gelişmeler kaydetti. Bunda Mesut Barzani, Talabani gibi liderlerin önemli bir rolü var. Ama ne yazık ki bu durumdan rahatsız olan bölge devletleri, başta İran ve bizzat Bağdat hükümeti, bu özgür ortamı engellemek için çabalarını sürdürmekteler. İçerde de ne yazık ki bazı gruplar, kişisel ve grupsal çıkarları için bu tür girişimlere alet olmaktalar. Tüm bu nedenlerle Güney Kürdistan üzerindeki tehlikeler bugün de sürmekte.
Son yıllarda, Arap baharı denen gelişmelerin Suriye’ye yansımasıyla burada da Kürtler bakımından ilginç bir süreç yaşanmakta. Merkezi Suriye hükümeti ülkenin bir bölümü üzerinde denetimini yitirdi. Kürdistan bölgesinde PKK’ye yakın PYD adlı örgüt silahlı gücünden yararlanarak etkinlik kazandı. Ama PKK politikalarını izleyen bu örgütün, PKK’nın tamamı gibi Kürtlere yarar mı zarar mı sağladığı tartışılır. Çünkü önce Şam Hükümetinin onayı ve desteği ile, onun hesabına bölgede etkinlik sağladı. Diğer Kürt örgütlerinin çalışmalarını yasakladı ve onlara baskı uyguladı. Türkiye PKK-PYD’yi gerekçe gösterip burda Kürtlerin herhangi bir statü elde etmelerine şiddetle karşı çıktı ve sınırı aşarak Fırat’ın batısındaki Afrin ve diğer bazı Kürt bölgelerini işgal etti. Fırat’ın doğusuna düşen Kürt bölgesinde ise şimdi Amerika etkin ve Şam hükümetine karşı duruşu ve IŞİD’e karşı ortak mücadele nedeniyle Kürtlerle ilişkileri iyi. Bölgede aynı zamanda yer yer Şam Hükümetinin güçleriyle birlikte Ruslar var. PYD tüm bu güçler arasında gidip geliyor ve oldukça şaşkın bir politika izliyor. Eğer PYD, bölge devletlerinin elinde tam bir taşeron olan ve izlediği politikalarla Kürtlere hep zarar vermiş ve vermekte olan PKK ile bağlarını koparıp diğer Kürt örgütleriyle cephe birliği yapsa Suriye sınırları içinde, Güneybatı Kürdistan’daki Kürtlerin iyi bir statü elde etmeleri mümkündür.
* * *
>SORU: 1974 yılında Kürdistan Sosyalist Partisini kurdunuz. Ve 2003’te ayrıldınız.
31 yıl İsveç’te yaşadınız. 2011’de döndünüz. 37 yıllık bir soruşturmada takipsizlik verildi AKP açılımları vardı o günlerde. Bu konuda geldiğimiz aşamadaki fikriniz nedir?
ÇEVAP: Kürdistan Sosyalist Partisi’nin (PSK) Genel Sekreterliğini 2003 yılına kadar sürdürdüm. O yıl yapılan 7. Kongrede, Genel Sekreterliği bıraktım, ama partiden ayrılmadım.
2000’li yıllarda, AK Parti’nin iktidara gelişinden sonra siyasal durumda belli bir yumuşama yaşandı. Kürt sorunuyla ilgili bir açılım süreci başlatıldı ve Kürtçe yayın yapan TRT-Kurdî’nin, bazı üniversitelerde Kürt dili bölümlerinin açılması gibi bazı olumlu adımlar da atıldı. Biz bu türden olumlu adımları destekledik. Aynı dönemde yıllardır sürgünde olan Kürt siyasi kadroları da ülkeye gider gelir oldular ve bazıları tam dönüş yaptı. Bunlar arasında bizzat benim yoldaşlarım, PSK’nın tanınan yönetici kadroları da vardı. Bu nedenle 2010 yılına doğru ben de yurda dönmek için koşulların olgunlaştığını düşündüm ve bunu medyaya da açıkladım. PSK aleyhine açılmış olan ve 30 yılı aşkın süredir devam eden, benim de yargılandığım dava 2011 yılında düştü. Öyle olunca 2011 yılında seçimlerden sonra 30 temmuz günü uçakla İstanbul’a indim ve iyi karşılandım. Kitlesel bir karşılama oldu.
Geldiğim dönemde Kürt sorunu ile ilgili olarak oldukça serbest bir tartışma ortamı ve çözüm yönünde umutlar vardı. Pek çok TV programına davet edildim, gazeteler benimle birçok söyleşi yapıp yayımladılar ve pek çok konferansa davet edilip konuştum. Ne yazık ki bu olumlu ortam çok geçmeden tıkandı ve bana karşı da ambargo yeniden başladı. Özellikle 2012 yılında Hak ve Özgürlükler Partisi’nin (HAK-PAR) Genel Başkanlığı’na seçilmemin ardından bu ilgi, bir yerlerden düğmeye basılmış gibi kesildi…
* * *
SORU: Sezen Aksu, Gülümse, Yeni Türkü Sonbahardan Çizgiler (Mamak türküsü cezaevinde yazdınız)şiirlerini besteledi. Buradan Şiir ve Edebiyata dair genel olarak ne söylersiniz?
CEVAP: Daha önceki bölümlerde de değindiğim gibi, ilk gençlik dönemimde tutkum edebiyata, sanata idi; örgütlü siyaseti hiç düşünmemiştim. İlk eserlerim de zaten şiir, roman ve hikâye olarak edebi niteliktedir. Ama ülkemin ve halkımın içinde bulunduğu koşullar beni bir aydın olarak siyasetin içine çekti.
Siyasete girince roman yazmayı bıraktım; çünkü roman çok zaman alan bir işti ve yoğun siyasi çalışma arasında bu mümkün değildi. Ama şiir yazmayı sürdürdüm. İlk şiir kitabım Prangalar 1966 yılında Ankara’da yayımlandı. İkinci şiir kitabım Dersim 1975 yılında yine Ankara’da, Toplum Yayınlara arasında yayımlandı. Daha sonra da Türkçe ve Kürtçe olarak iki dilde şiiri sürdürdüm. Bugüne kadar Türkçe olarak 7 şiir kitabım, Kürtçe olarak da 4 şiir kitabım basıldı. Bunlardan biri 300’den fazla rubaimi kapsayan “Çarin” adlı eserimdir.
Şiirin dışında da kültürel nitelikte bir hayli eserim var. Bugüne kadar yayınlanmış 70’e yakın eserimin (50 kadarı kitap, 20 kadarı ise broşür ebadında) 30 kadarı kültürel niteliktedir. Bunlar arasında piyesler, çocuk hikâyeleri, mizah hikâyeleri, gezi notları ve denemeler var. Büyük boy ve 3000 sayfa kadar tutan anılarımın ise ilk dört cildi basıldılar, 5. Cilt de baskıya hazır durumda. (5. Cilt de, bu söyleşiden az sonra, 2021 yılı başlarında basıldı.)
“Gülümse” ve “Mamak Türküsü” dışında da bestelenen bir dizi şiirim var. Rahmi Saltuk iki şiirimi besteleyip söyledi (Bunlardan biri Gülümse’nin farklı bir bestesi, diğeri de Prangalar adlı şiirimdi.) Nilüfer Akbal iki şiirimi (“Rêvingi” ile “Bir Kız Gözleri Evren”) besteleyip söyledi. Ozan şêxo, Mehmet Atlı ve Koma Dengê Azadi de çeşitli şiirlerimi besteleyip söylediler. “Helîn” adlı şiirim ise İtalya’da opera müziği yapıldı. Şiirlerimin bir bölümü, bunun yanı sıra diğer eserlerimin bazıları Almanca, İsveççe, İngilizce, İtalyanca, Hollandaca, Yunanca, Bulgarca, Arapça ve Farsça dillerine çevrildi.
* * *
Soru: Tahir Elçi"nin öldürülmesi planlı, ama şu an ülkeyi yöneten hükümet bunu yapmaz demişsiniz? Bugün de aynı düşüncede misiniz?
CEVAP: Tahir Elçi olayı, kanımca AK Parti’nin denetiminde olmayan bir derin devlet kesiminin operasyonu idi. Bizzat PKK’nın da bu işte kullanılmış olması güçlü ihtimaldir. Çünkü ANF denen ve derin devlet güdümünde olan PKK’nın ajansının bir sorumlusu, olaydan birkaç gün önce, birkaç kişi arasında Tahir Elçi’nin de adını vererek “böyleleri susturulmalı” demişti.
Tahir Elçi barışçı bir sesti, silahların susmasından yana idi, bu nedenle hem şiddet yanlısı derin devlet kesiminin hem de onların güdümündeki PKK’nın tepkisini çekmekte idi. Böyle bir cinayet AK Parti’nin işine gelmezdi. AK Parti en azından PKK’nın silah bırakmasından yana idi. Bu nedenle böylesine barışçı çağrılar ona ters düşmezdi. Ayrıca AK Parti döneminde –sonradan açılım sürecini bir yana bıraksa ve kendisinden öncekiler gibi şiddet ve baskı sarmalına girse bile- bu tür faili meçhul cinayetler görülmedi. Bugün de aynı kanıdayım.
Kemal Burkay
1 Ocak 2021
|
|
|
|